‘Kutsal aileyi’ koruma bahanesi altında kadınlar ve kız çocuklarına belli görevler yükleyen, sınırlayan ve duvarlar arkasına saklayan büyük bir yapı var karşımızda. Yapısal şiddetin ilk hedefi de genellikle kadınlar oluyor. Yaygın bir suç var ama ceza yok.

Kurtuluş kadınların isyanında

MUSTAFA KÖMÜŞ

Elçin Poyrazlar, geçen günlerde dördüncü kitabı ile okurla buluştu. Poyrazlar Gazetecinin Ölümü, Kara Muska ve Mantolu Kadın kitaplarının ardından bu kez Ecel Çiçekleri ile raflarda yerini aldı.

Ülkede polisiye konusundan önemli bir yer edinen Poyrazlar, Ecel Çiçekleri’nde kadın cinayetlerini işliyor. Kitapta çocukluklarından itibaren şiddete ve tacize maruz bırakılan Ebru ve Burcu’nun erkeklerden aldığı intikamı okuyoruz. Ayrıca Suat isimli bir kadın polisin erkek dünyasında yaşadığı zorluklar da kitapta kendine yer buluyor. Ayrıca bütün ülkede infial yaratan Şule Çet, Özgecan Aslan, Emine Bulut gibi kadın cinayetleri de kitapta işleniyor. Poyrazlar, adeta Ecel Çiçekleri’yle kadın cinayetleri konusunda Türk Edebiyatı tarihine not düşüyor. Poyrazlar ile Ecel Çiçekleri’ni, erkekler tarafından katledilen kadınları ve polisiyeyi konuştuk.

►Kitabın isminden başlamak istiyorum. Ecel Çiçekleri, kasımpatı çiçeklerine gönderme mi yoksa başka bir anlamı var mı?

Ecel Çiçekleri’nde çok sevdiğim Fransız şair Charles Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri isimli kitabından esinlendim. Kitabın girişine çevirerek koyduğum Baudelaire’in ‘Kendinin Celladı’ isimli şiiri belki de romanın ruhunu en iyi özetleyen metin.

“Sana öfkesiz vuracağım/Kinsiz, aynı bir kasap gibi/Musa’nın kayaya yaptığını/Ben gözkapaklarına yapacağım” diyor ilk kıtada.

Romanda kullandığım kasımpatıların hem cinayet soruşturması hem de temsil ettikleri açısından ağrılıkları var. Çiçekler romandaki kadınları ve onların kalplerini simgeliyor.

EDEBİYAT BAŞKALDIRIYLA BAŞLAR

►Kitap günümüzün en yakıcı problemlerinden kadın cinayetlerine dikkat çekiyor. Bir kadın olarak bu konu üzerinden bir roman yazmaya nasıl karar verdiniz?

Ülkedeki kadınlar devasa bir vahşet ağı içinde her gün ikişer üçer can verirken bunun üstüne nasıl yazılmaz?

Edebiyatın güncelle ilişkisi olmaması, geriye, ileriye, uzağa dönmesi ya da ruhun içine eğilerek günün sizde bıraktığı izler üstünden öyküler kurulması gerektiği görüşünü savunanlar var, biliyorum.

Ben yazdığım tür gereği bu tür sınırlamalara, şablonlara girme zorunluluğu hissetmiyorum kendimde. Aslına bakarsanız hiçbir yazar hissetmemeli. Çünkü gerçek edebiyat yerleşik görüşlere başkaldırıyla başlar.

Beni bir kadın, bir gazeteci, bir yazar olarak rahatsız eden, kafamı kurcalayan siyasi meseledir kadın kıyımı. Ev içinde, okulda, sokakta, iş yerinde, devlet kurumlarında ve siyasetin en tepesinde kadınlar üstünden kurulan iktidar yapısı ve bunun getirdiği suçlar bir polisiye yazarı olarak benim doğal konularım arasında giriyor.

Ben bu çağa tanıklık ediyorum ve bunu kaleme almaktan hoşlanıyorum. Polisiye metinler bir dönemin suçları üstünden okura siyasi ve toplumsal bir tablo çizer. Bugünün Türkiye’sindeki tablonun arka planı ise oldukça kanlı. Kadınlar sistematik bir biçimde katlediliyor.

Ecel Çiçekleri de bugünün romanı olduğu için bir cinayet zinciri ve polis soruşturması üstünden kadın meselesini ele alıyor. Ama bakış açısı bütünüyle kadınlar üstünden kuruldu.

kurtulus-kadinlarin-isyaninda-849530-1.

►Kitapta Emine Bulut, Özgecan Aslan, Şule Çet gibi erkekler tarafından gerçek hayatta katledilen kadınlara da yer veriliyor. Bu cinayetlerin sizde yarattığı etki çok derin olmalı…

Evet. Ben bu kadınların yaşadığı korkuyu, hayatlarının son dakikalarında içinde bulundukları dehşeti; aşk, okul, iş, evlatlarıyla ilgili hayallerinin ölümcül bir darbeyle bir anda karanlığa gömülmesini içime sindiremiyorum. O kadınları ve binlercesini kurtaramamış olmamız beni isyana sürüklüyor.

O kadınlar bir şekilde Türkiye’nin parlak geleceğini temsil ediyordu benim için ve erkeklik hastalığına yakalanmış caniler tarafından yok ediliyor o gelecek.

Kadınları kendilerine bir çeşit oyuncak, gözden çıkarılabilir bir eşya, hayatı gereksiz, işe yaramaz varlıklar olarak gören erkek zihniyetini kabullenemiyorum. Bu zihniyetin siyasi düzeyde ‘normal’ kabul edilmesi, cezasızlık kültürünün yerleşmesi, erkekler ile kadınlar arasında bir çeşit hayatta kalma yarışının kışkırtılması beni kaygılandırıyor.

‘Kutsal aileyi’ koruma bahanesi altında kadınlar ve kız çocuklarına belli görevler yükleyen, sınırlayan ve duvarlar arkasına saklayan büyük bir yapı var karşımızda. Yapısal şiddetin ilk hedefi de genellikle kadınlar oluyor. Yaygın bir suç var ama ceza yok.

►Kitaptaki karakterlere dönmek istiyorum biraz. Kadınların dünyasında geziniyoruz sıkça. Hem katilin hem de polisin çok benzer düşünceleri vekurtulus-kadinlarin-isyaninda-849531-1. hayatları olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ben kadınları, kadınların dilinden okumayı ve kadınlar hakkında yazmayı seviyorum. Hatta kadınların dünyasının ve bakışının daha taze ve ilginç olduğunu düşünüyorum. Polisiye erkek-yoğun bir tür olduğu için de bu türde yazan bir kadın olarak önceliğim elbette ki kadın karakterler oluyor.

Romandaki Komiser Suat Zamir erkek polis teşkilatında kendi başına ayakta kalmaya çalışan yalnız bir kadın. Aslında bugün çalışan her kadının yaşadığı zorluklar, engeller ve alaycılıkla karşı karşıya. Kendisini ispatlaması ve başarması gerektiğine inanıyor.

Mesleğiyle ilgili büyük hırsları da var. Bazen kimliği ve işi arasındaki dengeleri kaçırıyor ve çözmesi gereken cinayetler onu sorgulamaya itiyor. Bir de Suat Komiser’in peşinde olduğu gerçek kimliklerini bilmediğimiz iki kadın karakter var. Onların öyküsü cinayetlere ışık tutacak. Suat da o öykünün peşinde. ‘Bize ne mesaj vermek istiyorlar?’ diye soruyor sürekli.

O mesajın içinde suçlu ve kurban olmanın ince ayrımını bulacağını düşünüyor Suat Komiser.

►Erkekler dünyasında bir kadın komiser ve yaşadığı zorluklar… Kitapta buna çok sık rastlıyoruz. Suat Komiser yaşadığı çelişkilerle erkeklik ve kadınlık arasında kalmış gibi…

Kesinlikle. Suat Zamir fazla ‘kadınsı’ olmak ya da öyle görünmekten çekiniyor. Bunun kariyerini etkileyeceğini düşünüyor. Biz kadınların zaman zaman, ‘şunu giymeyeyim, şunu söylemeyeyim, böyle yapmayayım da yalnış anlaşılmasın’ şeklinde davrandığımız gibi. Çünkü sistem tarafından önce kadınların suçlanacağının ve kurban edileceğinin farkında.

Flört ettiği bir erkekle çıkarken, vücudunu ortaya çıkaran giysileri giymek istemiyor mesela. Bir erkeğin üstünden başarı elde etmekten kaçınıyor.

Bir de geçmişi var. Sadece polis dedesi tarafından yetiştirilen hayatında hiç kadın olmayan biri Suat. Kadınların tepkileri, yaklaşımları, hayat bakışları konusunda bire bir deneyimi yok.

Polis olmanın erkeklikle bağdaştığını düşünüp kadınlığından taviz veriyor. Ama peşinde olduğu kadınlar öyle değil. Kadınlık, adalet, suçlu ve kurban üstüne sorular soruyor sürekli.

UYANIŞ YAŞIYORUZ

►Kitabın son bölümünde sıklıkla rastladığımız “Artık ölmeme ama öldürme zamanı” sözleri oldukça vurucu. Bu sözler hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz?

Kitabın sonuyla ilgili okurlara ipucu vermek istemiyorum. Kitap çıkınca yazar, okurla kitap arasından çekilmeli bana kalırsa. Çünkü o romanın gerçek sahibi okurdur.

Ama şunu söyleyebilirim. Kadınlar adalet ve hakları konusunda bir uyanış yaşıyor. Ve bunu en sağlam şekilde gerçekleştirmek için kolları sıvadılar. Bu bir roman, yani hayal ürünü elbette. Ama gerçeğe dokunduğu noktalar kadınların itirazı, isyanı ve öfkesi. O isyanda ben kurtuluş görüyorum.

►Son dönemde polisiye eserlerde toplumsal konulara daha çok yer verildiğini görüyoruz. Sizin kitabınız da ciddi bir toplumsal soruna dikkat çekiyor. Sizin polisiye romanlardaki bu değişiklikle ilgili yorumunuz nedir?

Aslında bakarsanız polisiye tarihsel olarak içinden geçtiği dönemin toplumsal ve siyasi yapısına ışık tutar. Örneğin, 20’lerin Los Angeles kentinde polis yolsuzluğunu, Nazi Almanyası'nda suç örgütlerini, savaş sonrasındaki İngiltere’nin göçmen karşıtlığını, 50’li yıllarda Soğuk Savaş’ın halklar üstündeki dönüştürücü etkilerini görürüz.

Polisiyenin bu tür bir misyonu yok elbette. Alakasız bir dönemde alakasız bir cinayet kurgusu da yapılabilir. Bu yazarın tercihi.

Ama ben gazeteci dürtülerimi romanlarda kullanmaktan, romanın yaslandığı arka planı sağlam bir inşaya dayandırmaktan hoşlanıyorum. Bundan 20-30 yıl sonra romanlarım okunursa eğer, bir dönemin Türkiye’sinde yaşananların kayda geçmiş olması, ‘Eskiden böyleydi ama artık çözdük bunları’ denmesi ne güzel olur.

Cinayet planlarını sadece biz polisiye yazarların hayallerinde yapacağı, gerçeğin kurguyu geçmediği günlere kavuşuruz umarım.

ADALET BOŞLUĞU

►Polisiye romanların birçoğunda rastladığımız çelişkiye bu kitapta da rastlıyoruz: Katil mi yoksa maktul mü suçlu? Siz ‘Ecel Çiçekleri’nden baktığınızda bu soruya nasıl cevap verirsiniz?

Ben Tanrı yazar değilim. Okura ‘Bunu böyle kabul edeceksin’ deme cüretini asla gösteremem. Ama hayatın ve yazının gri bölgelerde ilerlediğini seziyorum. Hiçbir şey siyah-beyaz değil. Ve tek bir doğru yok. Onlarca, yüzlerce doğru var herkes için. Öteki türlüsü fanatiklik olurdu.

Romanlarımda o gri bölgede kalan meseleler, sorular beni cezbediyor. Her öldüren suçlu mu ve her ölen kurban mı sorusunda olduğu gibi…

Şimdi büyük bir adalet boşluğu yaşıyoruz ve vicdanımız yaralı. Yasalar toplumun ihtiyaçlarına ve taleplerine yetişemiyor. Eğer devlet mekanizması adaleti sağlayamıyorsa, mağdur ne yapmalı? Adaleti eline mi almalı yoksa sineye mi çekmeli?

Bu soruya kendi vicdanında yanıt verecek olan yine okur olmalı. Ben sadece yazarım ve sevdiğim şeyi yapmaya çalışıyorum: Yazmak.