Güney Afrika’nın geleceği bir tür yol ayrımında. Son yıllarda girilen düşüş sarmalına rağmen eğitimli gençlerin ülkeden ayrılmasına göz yummaya devam edilebilir. Bunların yerine ise ülke yönünü kalkınmacı politikalara doğru değiştirebilir.

Kurumlar kişilerden çok daha önemlidir
Fotoğraf: İHA

Thapelo TSELAPEDİ

Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa, ülkeyi yöneten Afrika Ulusal Kongresi Partisi’nin (ANC) başına 2017 yılında geçti. Yolsuzluk ve “devlet kurumlarını ele geçirme” niyetindeki kişilerle mücadele, vaat ettiği programın başlıca bileşenleriydi. ANC’nin 54’üncü kongresinde kazandığı zafer, ona partisini yenileme yetkisini verdi ve kendinden önceki Jacob Zuma döneminde yaşanan “devlet kurumlarının ele geçirilmesi” sorununu onarması için fırsat sundu.

Fakat şimdi kendisi de benzer bir skandalın merkezinde yer alıyor. Yasaya aykırı şekilde Limpopo’daki Phala Phala çiftliğinde sakladığı dövizin 2020 yılında çalındığı ve Ramaphosa’nın hırsızlığı polise bildirmekten imtina ettiği öne sürülüyor.

İddiaların yayılmasıyla birlikte “anayasaya aykırılık” gerekçesiyle Ramaphosa’nın görevden azledilmesi süreci başlatıldı. Fakat ANC parlamento çoğunluğuna sahip olduğu için azil süreci başarısızlıkla sonuçlandı. Neticede, ülkenin “Ramaphosa ile mi, yoksa Ramaphosa olmadan mı” daha iyi olacağı tartışmaları alevlendi.

Yanıtlaması kolay bir soru değil. Fakat Phala Phala skandalı ilk patlak verdiği günlerden beri birçok insanın zihninde bu soru var.

Güney Afrika’da siyaset kurumları çok partili sistem üzerinden işliyor ve Ramaphosa’nın kökeni de iktidardaki ANC partisi teşkilatlarına dayanıyor. 2007 Polokwane genel kurulu ile partinin başına geçen Zuma yönetimi, ülkede devlet kurumlarının zayıfladığı ve devlet kapasitesinin çöktüğü bir dönemle anılıyor.

Neticede Güney Afrika toplumu içindeki uyum büyük yara aldı; eşitsizlik, yabancı düşmanlığı ve etnik şovenizm gibi olgular toplumsal yapıya sirayet etti. Hal böyleyken, Ramaphosa’sız bir Güney Afrika düşünmek, aynı zamanda ANC’siz bir Güney Afrika düşünmek anlamına geliyor.

ANC, ülkenin siyah nüfusu için bir zamanlar “siyasi düzeni değiştirme, kolonyal ve apartheid döneminin ekonomik ilişkilerini tersine döndürme” çabalarının sembolüydü. Bu bakımdan halkın tamamından destek alabiliyordu. Fakat parti, yıllar içinde içine kapandı ve liderliğinde uygulayacağını öne sürdüğü kalkınmacı politikaları bir kenara bıraktı.

Ramaphosa bu çelişkinin tam ortasında yer alan bir figür. Apartheid sisteminin 1994 yılında terk edildiğinde, ticaret sendikalarında görev yapıyordu ve ülkenin anayasal altyapısını kurmada önemli görevler almıştı. Fakat şimdi hem partisinin, hem ülkenin lideri konumunda ve kişisel ticari çıkarlarının sorgulandığı bir skandalın içinde.

Partisinin başına “yolsuzlukla mücadele programı” vaat ederek geldiğini hesaba kattığımızda, görevinin devamlılığını savunmak imkânsız. ANC partisini ve yönetim politikalarını 15 yıldır yakından takip ediyor, akademik düzeyde araştırıyorum. ANC’nin kendi içinde inşa ettiği yönetim kültürünü, bunun devlet kurumlarında ve Güney Afrika toplumunda yarattığı etkileri düşününce, kişisel görüşüm Ramaphosa’sız bir geleceğin ülke için daha iyi olacağı yönünde. Bunu söylerken Ramaphosa’nın “yolsuzlukla mücadele” programını hesaba dahi katmıyorum, çünkü bu program Phala Phala skandalıyla ciddi anlamda zayıflamış oldu.

ANC VE SKANDAL

Yaşanan skandal, yolsuzlukla mücadele programına büyük hasar verdi. ANC ya başkanını kurtaracak, ya da yalnız bırakacak. Geçen hafta yapılan oylamada, meclise gelen raporun tartışılmasına oy çokluğuyla engel olarak birinci seçeneği tercih ettiler. Bir noktada ikinci seçeneği tercih ettikleri takdirde ise partinin tekrar seçilme şansını tamamen yok edecek bir dizi olay yaşanacak.

Ramaphosa’ya destek olma kararı tabii ki Afrika “ulusunun” ANC’den bağımsız düşünülemeyeceği varsayımına dayanıyor. Bu bakımdan, devlet kurumunun da ANC’den bağımsız düşünülemeyeceği algısı doğuyor. Bu algıların doğru olmadığı ülkede her geçen gün daha fazla netlik kazanıyor. Özellikle kentlerde yaşayan seçmen, farklı partilere oy veriyor.

Yeni Güney Enstitüsü’nden Ivor Chipkin’in şu görüşüne katılıyorum: “ANC bir ulus değil. Parti, devlet değil ve kurumlar kişilerden önemlidir.”

Ülkenin ANC’siz bir gelecek hayal etmesinin zamanı geldi, geçiyor. Koalisyonlar ilk etapta istikrarsız olsalar da, Güney Afrika’nın şu an kendini bulduğu “uçurumun” kıyısına nazaran tercih sebebi olabilirler.

GELECEĞE BAKIŞ

Kısa süre önce peşi sıra yapılan ulusal ve yerel seçimlerde güç kaybetse de, yakın gelecekte ANC’nin siyasi gücünü muhafaza etmesini bekliyorum. 2024 yılında yapılacak seçimlerde de hükümeti kuracak oy oranına “kıl payı” ulaşacağını gösteren emareler var. Bu da ilerleyen yıllarda koalisyon hükümetlerinden oluşan yeni bir döneme girebileceğimizi gösteriyor.

Dolayısıyla, bir süre daha ülkeyi yöneteceği öngörülen ANC, koalisyon hükümetlerinin ülkeye iyi ve doğru şekilde hizmet edebilmelerini mümkün kılacak siyasi mimariyi şimdiden tasarlamalı. Atılacak bu adımlar, kısa süre önce değişen seçim yasasıyla da uyumlu olacaktır. Son değişiklikler ile birlikte bağımsız adayların hem ulusal, hem yerel seçimlerde aday olmaları mümkün hale geldi.

Tabii çeşitli zorluklar da olacak. Bağımsız adayların yasama süreçlerine dahil olmaları ya da seçimlere girmeleri ANC’nin oy potansiyeli açısından çeşitli kayıplar doğurabilir. Fakat Güney Afrika’nın gelişmesi ANC’nin “yenilenmesine” bağlı olmamalı ve yeni ortaklıklar mümkün kılınmalı.

Ülkenin siyasi kültürünü çeşitlendirmek için yeni koalisyonlar gerekli. Amaç, yok yere “muhafeleti tasarlamak” değil. Ülkenin anayasal çerçevesi ile tutarlı bir siyaset kültürünü inşa etmek. Güney Afrika’nın geleceği bir tür yol ayrımında. Son yıllardır girdiği düşüş sarmalına devam edebilir, eğitimli gençlerin ülkeden ayrılmasına göz yummayı sürdürebilir. Ya da yön değiştirebilir ve kalkınmacı politikalara yönelebilir.

Her halükarda, konu ANC’nin geleceğinden çok daha fazlasını ilgilendiriyor. Partinin kurumsal ve entelektüel açmazlarının, toplumda ne gibi yansımaları olduğunu tartışarak fazlasıyla zaman ve enerji kaybettik.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: The Conversation