Kuşaklarca süren gagalanma hiyerarşisi

TUĞBA KURT ULUCAN

“Onlar bilinçli hale gelinceye kadar asla baş kaldırmayacaklar ve baş kaldırmazlarsa eğer asla bilinçli hale gelemeyecekler.”
George Orwell- 1984

Bu yazıyı maden işçisi olan bir dedenin torunu, maden işçisi olan bir babanın kızı olarak yazıyorum. Bu açıdan bakılırsa ikame bir yazıdır. Yazdıklarım, kuşaklararası geçişlilikte, bir öncekilerin yaşadığı önemli olayların, birey olarak bizi nasıl etkilediğini açıklamaktadır. Bu bağlamda 15-16 Haziran olaylarının, kuşaklar ötesinde bir uyanışın; hüsranının ve çaresizliğinin bugün bizleri varoluşsal anlamda “sıkıştırılmışlık” hissiyatıyla baş başa bıraktığını söyleyebiliriz, sanki hiç uyanamayacakmışız gibi bir yere yolculuk ettirdiğini de.

Bebek; bir zihin tasarımına, daha doğmadan doğmuştur ve bizim bilmediğimiz bir kazının içine saklanmıştır. Yaşam, ana rahmine doğmakla başlasa da insanın varlığı daha önceye dayanır. Her birimizin hikayesi, doğuşumuzun çok öncesinde sisteme entegrasyon paralelinde belirlenmiştir. Zamanı gelince hikayemiz kulağımıza fısıldanır ve bizde duymaya başlarız. Avusturyalı biyolog Ludwig Von Bertalanffy’ nin 1920’ lerde başlattığı “Genel Sistem Kuramı” bireylerin mezo, makro ve mikro sistemler arasında karşılıklı olarak nasıl belirlendiğini anlamamız açısından önemli bir kuramdır. Birey – toplum, özne – iktidar arasında var olan uyumsuzluklar, yaşamın belirleyici öğeleridir. Toplumsal yapının içinde birey, ekonomik ve politik bağlamda yaşanan değişimlerin nihayetinde yeni bir kimliğe ulaşır. Yaşanan her durum bir sonrakini farklılaştıran ve belirleyen niteliktedir. Bu açıdan bakıldığında 1970’ deki 15-16 Haziran olayları, üretimi gerçekleştiren işçi sınıfı üzerinde kapitalist sistemin baskı oluşturmasına direnen bir uyanışı anlatır. Bu uyanış bireyin, metalaştığı ve tutsak olduğu gerçeklikten çıkışın başlangıcıdır. Başlangıcın, devamlılıkta kuşaklara nasıl fısıldandığı ise merak konusudur.

Tutsak olunan gerçeklikten çıkış ve uyanış

Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün, “neden” yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. “Başlar”, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır; gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş̧ ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme. Tek başına ele alınınca, bıkkınlıkta tiksindirici bir şey vardır. Burada, iyi bir şey olduğu sonucunu çıkarmam gerekiyor. Çünkü̈ her şey bilinçle başlar, her şey ancak onunla bir değer taşıyabilir. Basit “kaygı” her şeyin başlangıcındadır (Camus, 2008, s. 24).”

Albert Camus’ un “basit kaygı” olarak tanımlandığı his, birey ile dünya arasında var olan ve devamlı büyüyen farklılığın oluşturduğu yıkıcı baş dönmesidir. Yaşamın monoton akışını sekteye uğratan ve insanı dünyaya yabancılaştıran bu his absürdün uyanışını ortaya koyar (Camus, 2008). 15- 16 Haziran olaylarında; işçi sınıfının kendine yabancılaştığı ve farklılaşmak istediği süreçteki; eylemliliklerinin, sistemi dönüştürmeye çabaladığını gözlemleriz. Dolayısıyla bu uyanış, bir sistemin çözülmesi için yapılsa da sonuç olarak bireyin sistemin dışına atıldığı bir süreci anlatır. Kapitalist sistemde, “daha fazla üretim, işçi sınıfının hep daha fazla yoksullaşmasına” neden olmuştur. Bu yoksulluktan ve yoksunluktan çıkabilmek için uyanan varoluşsal hareketlilik, üst sistemin bariyeri ile regrese olarak yerini depresif bir zemine bırakmıştır. Bu depresyonun çocukları ve torunları olan şimdiki yetişkinler, daha az sorgulayan, daha az düşünen, daha az karışan bir kimlikte, tutsaklıklarına devam ettikleri gözlenmektedir. Bu insanların varoluşsal uyanışları; bazen iş yerlerinde, bazen aile içinde, bazen de eş ilişkilerinde bir başkaldırı olarak belirmekte yine aynı ivmeyle sönümlenmektedir. İnsanlık, bu paradoksalla belirsizliğin içinde metalaşmaya devam etmektedir.

Korku ve kaygının belirlediği büyüme duraksaması

Şimdinin “otuzlu” yaşlardaki yetişkinliği, 15-16 Haziran olaylarını yaşayan kuşağın torunlarıdır. Bireyin ruhsallığının oluşumunda, “kuşaklararasılığın” önemi yadsınamaz. Bireylerin içine doğdukları sistemdeki ebeveynlerinin yaşadıkları her travma, yas, kaza ve benzeri yaşantıları ruhsal düzenekler yoluyla bir sonraki kuşaklarda bir belirti, bir özellik, bir davranış olarak tezahür ettiğini biliriz ve gözlemleriz. Bu nedenle bu iletimlerin hem bireyler hem toplumlar açısından anlaşılması son derece mühimdir. Birey toplumu, toplum bireyi belirlemektedir. İşçi sınıfının başkaldırısının bastırılması daha sonra da bu eylemlilik halinin cezalandırılması bugün bizlerin konuşma ve düşünme süreçlerinin nasıl yapılanacağını oluşturmuştur. Bu nedenle bugünün yetişkinleri, hak arayışlarının açıktan yapmayarak, bu süreçleri başka şekilde ortaya koymak için ya da koyamayacakları bir düzene geçmek için kendiliklerinin yok olmasını seyretmektedir. Ve devamı da birçok psikolojik belirtiyi doğurmaktadır. Geçmiş ne yazık ki geçmiş bile değildir.

Alfred Adler, kişilik gelişimini bireyin toplumsal yaşamla etkileşim sürecinin bir sonucu olarak değerlendirir. Bireyin toplumsal yaşamla ilişkisini; sağlıklı bir kişiliğin ortaya çıkmasında bir tür terapi olarak gören Adler, demokratik toplumun tedavi edici ve sağlıklı yapıları geliştirici rolde olduğunu savunur. Bu nedenle “ruhsal ilişkiler örgüsünden koparılıp alınmış bir tek ruhsallıkta bireylerin tanımanın mümkün olmadığı üzerinde durur” (Adler, 2002). Bu bilgiye dayanarak, 15 – 16 Haziran olaylarının hem o günü yaşayanların hem de sonraki kuşaklar açısından bizlerin kişilik gelişimini olumsuz yönde etkilediğini düşünebiliriz. Bir çocuk eğer demokratik, sağlıklı bir aileye doğarsa gelişim süreçlerini sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebilir. Eğer çocuk ailesi tarafından kendine bağımlı kılınıyorsa, hakları gasp ediliyor ve bireyselleşmesine izin verilmiyorsa, kendi aile sisteminden ayrılması güçtür. Makroda yaşanan bu olayların; sendikalaşma, hak arama ve sistemden ayrışma mücadelesi olarak değerlendirirsek; ne yazık ki üst sistem tarafından müdaheleye maruz kalarak başarısızlıkla sonuçlanmış bir ayrışma hikayesini okuruz. Bireylerin o gün öğrendikleri şey “hakkını arasan da ulaşamazsın, üstüne cezalandırılır aç kalırsın” olmuştur.

Dolayısıyla aydınlık karanlıktan daha korkunç bir hal almıştır. En temel ihtiyaçlarıyla tehdit altına alınma, kişilerin gelişim süreçlerini durdurur ve daha masif savunma düzenekleriyle geriye çekilmesine neden olur. Bu açıdan bakıldığında, buna büyüme duraksaması diyebiliriz. Büyümesi engellenmiş kuşakların, belirlediği kuşaklar olarak bizler böyle bir sürgünü yaşamamak için var olan sistemi devam ettirme eğilimi içinde uyumlanmış bulunabiliriz. Heinz Kohut’ da toplumsal değişikliklerde insanın uyumu hakkında şunları söyler: İnsanın, toplumsal çevresindeki var olan her değişim onu yeni uyum hedefleriyle karşı karşıya bırakır; yeni bir uygarlığın doğuşu denilebilecek böylesine büyük değişimlerin insana yönelttiği talepler de tabii ki özellikle büyük olacaktır. Yeni çevrede hayatta kalmasını güvence altına almak için insanın belirli psikolojik işlevlerinin yalnızca fazladan çalışması değil, aynı zamanda ruhsal örgütlenmesinin de hâkim konuma gelmesi de gerekmektedir. İnsanın başarı ya da başarısızlığı, aslında psikolojik anlamda hayatta kalmasını ya da ölümünü belirleyecek olan, uyum göstermesini sağlayan yapıları yaratabilmesi ya da yaratamamasıdır (Şahin, 2003). Dolayısıyla hayatta olmak söz konusuysa; daha güvenilir olan yapıyla ilişkilenmek, beklenen ama dönüştürmeyen bir süreçtir.

Bugün tam bunlar üzerinden kendimize baktığımızda uyumlanmak ve uyumlanmamak arasında gidip- gele durduğumuzu görürüz. Tüm bunlar ikircikli bir duygulanımda, dolaşım sistemimizde yaşamaya devam etmektedir. Bu tür bir yaşam, ergenin ikircikli yaşamıyla paralellik göstermektedir. Türkiye’ nin ergen kimlikte fikse olmasında, geçmişimizde yaşanan buna benzer nice 16 Haziran’ ların olduğunu biliyoruz. Bir bildiğimizde politik sistemlerin, toplumu bu tür müdahalelere maruz bırakarak hem toplumun hem bireyin benliğinin inşasının temelini oluşturduğudur.

Vasıf Öngören’ nin “Zengin Mutfağı” adlı tiyatro oyunundan uyarlanan aynı isimli sinema filmi, başlangıç ve sonucunda bizi tam olarak 15-16 Haziran olaylarının paradoksalı ile baş başa bırakır filmin son sahnesinde Şener Şen’ nin yani evin aşçısının şu sözleri “Ayrılmak mı zor bu mutfaktan hizmet etmek mi?” eylemsizliğiyle, değişmeyen değişime olan uyuma vurgu yapar. Ve bu uyum, eylemsizliği ile bize büyüme duraksamasını hatırlatır.

“Birey” olmak isterken bir travmaya doğmak

“Dehşet Yönetimi Teorisi” insanların yaptıkları şeyleri neden yaptıkları, değer sistemlerine neden bu denli bağlı oldukları ve neden benlik saygısına ihtiyaç duydukları sorularına ölüm korkusu temelinde cevap arayan bir motivasyon kuramıdır (Greenberg, Solomon ve Arndt, 2008). İnsanlar, ölüm anksiyetesinden korunmak için yakınsak ve ıraksak savunmalar kullanırlar. Yakınsak savunmalar ölümle ilgili düşünceleri bilinç̧ düzeyinde bastırmak amacıyla kullanılırken, ıraksak savunmalar kişinin kültürel dünya görüşü inancına ve benlik saygısına dair sembolik çabalar için kullanılır (Greenberg ve ark., 2000, akt. Doğulu ve Uğurlu, 2015). Teoriye göre, insanlar ölümden korkmaktadırlar. İnsanların bir yandan gelişim süreçlerinde, soyut düşünme, uzun süreli planlar yapma, geleceği öngörebilme gibi beceriler gelişirken bir taraftan da ölüm gerçekliğine yönelik farkındalıkları belirmektedir. İnsanların bu farkındalığı, kendilerini ölümle ilgili anksiyeteden korumaya yöneltir. Teoriye şu açıdan bakarsak, dünya görüşü ve öz saygı bireyin ölüm anksiyetesiyle baş etmek için oluşan psikolojik yapılardır. İnsanların dünya görüşleri nelerin değerli olduğuna dair bilgilerden oluşur. Bu bilgiler onlara bir şeye bağlanabilme ve onun parçası olabilmeyi sağlar. Ülke, aile, meslek ve ideolojik görüş gibi öğeler de insanların yaşamlarında önemli bir değerin aitliğini hissetmelerini sağlayarak ölümsüzlüğü hissetmelerine yardımcı olur (Pyszczynski ve ark., 2004). 15-16 Haziran olaylarında, eylemlilik halinde olan işçilere silah açıldığını ve birçok işçinin hayatını kaybettiğini biliyoruz. İşçilerin bu yaşadıkları hem kendilerinin hem de onları takip eden kuşakların, “ölümsüzlüğü hissetmelerinin”, elinden alınmış olduğu bir süreci beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Bu korku yönetimi, aslında birçok kez ağır bedelleriyle, o günlere şahit olmayan bizlerin belleklerinde tekrar eden paternsel özellikte varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Özellikle işçi sınıfından gelen kuşakların, kendi köklerinin yaşadıkları bu travmatik deneyimleri, yaşam süreçlerinde hayatlarına entegre ettiğini gözlemleyebiliriz.

Bu bağlamda George Orwell’ in “1984” adlı eserini tekrar hatırlayabiliriz. Eserde, Okyanusya’ da insanlar iktidardaki yönetimin korkusuyla bastırılmıştır. Özgürlükleri engellenmiş, düşündüğünü ifade etme yasaklanmış, ahlaki ve insani duygular yok edilmiş, yaşamın bütün güzellikleri ortadan kaldırılmıştır. Kişiler birbirine güvenememektedir ve birçok kişi casusluk yapmaktadır. Çocuklar bile anne – babalarını, “düşünce suçlusu” olarak ihbar edip yakalatmaktadır. Bireylerin kişilikleri yok olarak birer meta haline gelmiştir. 15- 16 Haziran olaylarında da bastırılmaya maruz kalan işçi sınıfının birbirini, ihbar edip yakalattığı, bu korkuyla düşüncelerini ifade etme konusunda sönümlendikleri bilinmektedir. Bu kuşağın ebeveyn alt sisteminde, kendi ideolojileri iktidar tarafından engellendiğinden, çocuklarına yeni düşünceler benimsetme motivasyonları daha düşük hale gelmiştir. Böylece gelecek kuşağın, ailelerinden alacakları değerler yetersiz ve yoksun olarak belirlenmiştir. Sistemik bakış açısında, aile alt sisteminin kişileri, politik üst sistemin de alt sistemi belirleyerek ilişkilere şekil verdiğini, bireylerin kişilik gelişimlerinin, algı ve tutumlarına etki ettiğini düşündüğümüzde bu yaşanan olayların “birey” olabilmemizi nasıl engellediğini daha fazla düşünebiliriz. Bitmeyen bir uykunun ölümden farksız olmadığını da söyleyebiliriz.

Somatik Bellek ve Epigenetik Kalıtım

Son zamanlarda bilim insanları, travmayı kalıtım yoluyla aktarıldığını belirten biyolojik süreçleri, ortaya koymaya başladılar. Bağımlılık üzerine çalışan psikiyatrist Dr. David Sack “Psychology Today” dergisinde yayınlanan yazısında; “Travmanın geçmişten uzanarak yeni bir kurban seçme gücü olduğunu, travma sonrası stres bozukluğu yaşayan bir ebeveynin çocukları da TSSB belirtileri gösterebileceği ve bunun ikincil TSSB olarak adlandırılacağı üzerinde durmuştur. Dr. Sack, Irak ve Afganistan’ da görev yapmış ve TSSB gelişen ebeveynlerin çocuklarının yaklaşık %30’ unun benzer belirtiler gösterdiğini gözlemlemiştir. Dr. Sack, ebeveynin travması çocuğunun travması haline gelebileceğini ve çocuğun davranışsal ve duygusal problemleri ebeveynin durumunu aynalayabileceğini ifade etmiştir (Sack, 2014, akt. Wolynn, 2016). Zürih Üniversitesi’ nin Beyin Araştırmaları Enstitüsü’ nde 2014 yılında uygulanan bir çalışmada araştırmacılar, erkek fareleri annelerinden ayırarak onları tekrarlayan ve uzatılan yoğun stres dönemlerine maruz bırakmışlardır. Ardından, travmatize olmuş fareler depresyona benzeyen birtakım belirtiler göstermişlerdir. Sonrasında araştırmacılar fareleri yavrulatmışlardır ve üç kuşak yavruları takip ederek bu travmayı hiç yaşamamalarına rağmen, travma belirtileri gösterdiklerini saptamıştır (Wolynn, 2016). Bilimsel açıdan yapılan bu çalışmalar, daha birçok toplumsal travma üzerinde tekrarlanmıştır. Bu eksende, 15-16 Haziran olaylarını yaşamayan ama işçi sınıfına mensup bir kuşağın uzamında olan kişilerin şimdiki zamanda bu yaşananlardan nasıl etkilediği üzerine düşünmenin önemli olduğunu düşünüyorum. İşçi sınıfının o dönemde yaşadıklarını, “travma” olarak ele alırsak, -ki almalıyız- her birimiz o dönemde işçilerin maddi ve manevi olarak yaralandıklarını nasıl hasarlar alarak travmatize olduklarını az çok bilmekteyiz. Bu olanların yok sayılması, konuşulmaması sanki beklenen bir durummuş gibi normalleştirilmesinin, travmaların kuşaktan kuşağa aktarılarak büyümesine neden olduğunu, böylelikle de toplumsal ve bireysel belleğimizde var olan bu travmaların, adalete inancımızı zayıflattığını söyleyebiliriz. Böylesine tekinsiz ve belirsiz bir gerçeklikte, huzursuz ve yorgun bir toplumun ruhsallığımıza nasıl dokunduğunu tam olarak idrak edemesek de daha fazla sorgulamanın gerekliliğini düşünebilmeliyiz. Ben bunları sorgularken, kendi kişisel tarihimi incelemiş ve yaptığım bir kazıda, kendimdeki bir belirtimin nedenine ulaşmamda dedemin hikayesinin bana yardımcı olduğunu deneyimlemiştim. Dedem 15- 16 Haziran olaylarında, Zonguldak’ da maden işçisi olarak ailesinden uzakta işçi pavyonlarında kalarak günde 12 saat karanlık ve oksijensiz bir ortamın içinde çalışmıştır. Maden işçisi olmanın ki özellikle o zamanlarda ne kadar zor olduğunu, adeta ölümle burun buruna yaşamaktan farksız olduğunu biliriz. Dedemi bildim bileli nefes darlığı, astım, dolaşım problemleri gibi hastalıkları vardı. Benim de fizyolojik, nedeni olmayan nefes darlığım ve haksızlığa karşı aşırı duyarlı bir tetiğim vardı. Ondan bağımsız bir hattın, bu olanlarda varlığına pek inanamıyorum. Bu hikayelerin ve kişisel tarihimin “beni” nasıl belirlediğine şahit oldukça hepimizin hikayesine temas edebilmenin çok önemli olduğunu düşünmeye başladım. Birçok patolojinin ya da psikolojik belirtinin arkasında ya somatik belleğimizin işlerliği ya yer alıyorsa ve biz bunları ya hiç fark edememişsek? Biraz olsun bakmak istemez miydiniz?

Ve bir gagalanma hikayesinin ortağı olmak

Gagalama sırası “besini ve cezalandırmayı hak etme hiyerarşisidir”; aynı zamanda bazen ölümcül olabilen “gaga darbeleri” vurma hiyerarşisidir. Psikosoybilimsel ve kuşaklararası çalışmaların tümünde birçok iktidarın istismarlarını bilmek önemlidir.

Yani kişilerin ebeveynlerinin ve büyük ebeveynlerinin nasıl büyütüldükleri, nelere maruz kaldıkları, hangi hikayeleri yaşadıkları bilinmelidir. Örneğin; işyerinde kötü muamele gören zorbalığa maruz kalan ebeveyn, sırası geldiğinde evde kötü muamele eden zorbalık yapan kişi haline gelebilir. Bu kavrama dikkat çeken Norveçli zoolog Thorleif Schjelderup – Ebbe, insan ve hayvan eylemlerinde öncelik sırası sorununa eğilmiştir. Çiftlik avlularını gözlemleyerek; tavukların dayatılan bir hiyerarşi nedeniyle dağıtılan tahıla aynı anda atılmadıklarını keşfetti. İlk yiyen geri kalanların hepsine gaga darbesi vurma hakkına da sahiptir. İkincisi birinciden gaga darbeleri alır ve bu açık hiyerarşiyi sürdürerek kendinden bir altta geleni gagalar; zincirdeki son tavuk ya kendini gagalar ya da civcivlere sataşır. Bu şema benzer şekilde; orduda, bazı organizasyonlarda, hayvanlardaki ve insanlardaki toplumsal hiyerarşilerde gözlemlenir (Schutzenberger, 2014).

Bu toplumsal hiyerarşinin geldiğimiz köklerde nasıl yaşandığını sorgulamamız gerekir diye düşünüyorum. Yani ebeveyn üst sistemimiz kaçıncı tavuktu? Biz kaçıncı sıradayız? Sıramızı değiştirdik mi? Aynı sırada kaldık mı? Gagalanmak bir kader mi yoksa kontrol edilebilir bir durum mu? Sıralamayı değiştirmenin bize getirdiği ruhsallık nasıl olurdu? Sanırım şu andaki modern sistemde aynı durum, farklı bir şekilde ama aynılıkta devam etmektedir. Byung – Chul Han, “Yorgunluk Toplumu” adlı kitabında; “Toplumsal bilinçdışının içinde, aşikarane, üretimi azamileştirmek çabası sükûn eder. Üretkenliğin belirli bir noktaya erişmesinden sonra, terbiye tekniği daha doğrusu yasağın negatif – şeması kendi sınırlarına hızlıca ulaşır. Üretkenliğin artırılması için terbiye paradigmasının yerini, -ebilmenin pozitif -şeması olan performans paradigması alacaktır çünkü belirli bir üretkenlik seviyesinden sonra yasağın negatifliği tıkanıp daha fazla artışı engelleyecektir. – Ebilme’ nin pozitifliği, -meli/malı’nın negatifliğinden çok daha fazla randımanlıdır. Böylece toplumsal bilinçdışının akımı da -meli/malı’ dan -ebilmeye çevrilmiş olur.”, demiştir. Burada ifade ettiği performans öznesinin itaatkâr özneden daha hızlı ve üretici olduğu üzerinde olduğudur (Han, 2015, s.18). Aynı zamanda performans öznesinin, daha terbiyeli olduğu üzerinde durur. Bizler bugün toplumu ilgilendiren olaylardaki baskı mekanizmasıyla sinen, pasifize olmuş kısmı daha fazla incelerken; post modern yaşamda iyi eğitimler almış, yüksek maaşlarda uzun saatler çalışan beyaz yakalı performans öznelerinin, metalaştığını ıskalamakta olduğumuzu düşünüyorum. Bu performans öznelerinin çoğu, “tükenmişlik sendromu” adı altında depresif bir tabloda izlenirken benlik yatırımlarının kariyere kaydığı bir yok oluşa sürüklenmektedir. İşçi toplumunun okuttuğu, büyüttüğü başkalaştırmaya çalıştığı çocukları da bu sibernetik döngüde performans itaatiyle yok olmaya ve travmatize olmaya başlamıştır. Sonuç olarak, post modern olarak tanımlanan hayatlar da toplumu uyumlu bir şekle ve istendik bir tavra hizalayabilmek için; uygun şekilde sömürerek, ölümle burun buruna getirmek ile denk bir süreçtir.

Değişme direnen kapalı sisteminin mekân üzerinden metaforlaşması

Toplumu bir sistem olarak ele alırsak önce “sistem” kavramını açıklamamız gerekir. Sistem, karşılıklı interaksiyonda bulunan bileşenlerden oluşan bir komplekstir. Yani birbirlerine bağlı ve etkili yapılardan oluşur. Sistemde odak noktası, sistemin parçalarından çok, bunların arasındaki ilişkidedir. Bileşenler, ancak, bütün sistemin içindeki fonksiyonları ile en iyi şekilde anlaşabilirler. Bir şeyin nasıl çalıştığını anlayabilmek için, her parçanın tek tek katkılarını toplamak yerine, sistemin bileşenleri arasındaki transaksiyonel süreçleri incelemek gerekmektedir (Dokur, 2006). Ludwig Von Bertalanffy’ nin Genel Sistem Teorisi’ ne göre, canlı olan bir organizma, özellik olarak açık bir sistemdir. Eğer bu sisteme herhangi bir girdi ve çıktı olmuyorsa, o sistem kapalıdır. Girdi ve çıktının varlığıyla değişim oluyorsa, o sistem açık bir sistemdir. Bunun için yaşayan sistemler, açık sistemlerdir (Bertalanffy, 1971). Dolayısıyla açık sistemler, dış etkilere ve değişime daha açıktırlar. Bir toplum, açık sistem ise çevresiyle devamlı bir ilişkisellik içerisindedir. Kapalı sistemler ise kendini doyuran, kendisiyle kalan, çevresiyle etkileşimde bulunmayan, durağan, sıkı bir manastır toplumu gibi sistemlerdir. Bundan dolayı kapalı sistemlerin değişime uğraması çok zordur. Açık sistemler; stabil değildir, değişim, gelişim ve büyümeye açık bir halde sürekli bir şekilde dinamik bir yapıdadır. Kapalı sistemler, kendi içlerinde bir uyumu baz alırken, açık sistemler çevreyle uyumu seçerler (Cole, 1993).

Vasıf Öngören’ nin “Zengin Mutfağı” adlı tiyatro oyunundan uyarlanan aynı isimli sinema filmi, mekân olarak sadece “mutfakta” geçer. Bu film 15 – 16 Haziran olaylarını; sermaye – emek, özne – iktidar ve sistem olarak toplum – birey gelişimini anlamamız açısından için iyi bir fırsattır. Baş rolünde mutfağından hiç çıkmamış. Aşçı Lütfü’ nün rolünü ele aldığımızda dış dünyayla mesafesi, olaylara bakış açısı, kapalı sisteminin insanının özelliklerini bize anımsatır. Yıllardır hizmet ettiği sistemi ve kendini, mutfağından çıkmayarak aynılıkta devam ettirmiştir. O dönemde yaşananlarla ilgili farkındalık kazansa da korkusunun belirlediği ikircikli bir ruhsallıkla, yine aynı noktada septik haliyle kaldığını görüyoruz. Aşçı Lütfü’ nün kendi sisteminin ona sunduklarıyla aslında varoluşunun nasıl elinden alındığını; neye hizmet ettiğiyle yüzleştiğinde kendine nasıl yabancılaştığını gözlemliyoruz. Tüm bu süreç sonunda, sistemin dışında mı içinde mi kalması gerektiğini sorgularken eylemsiz kaldığına tanıklık ediyoruz. Aslında tam da bu noktada, sanırım her birimiz kendimize bir projeksiyon tutulmuş gibi hissediyoruz. Biz de bu ikirciklik hal içerisinde miyiz sahi? Bir ara Aşçı Lütfü’ nün bir aydınlanma yaşadığını görüp bir an ümitleniyoruz. Daha sonra korkusu, kaygısının onu nasıl sardığını, o zamanda tekin olana dönmek için geri adım atmak istediğine kitleniyoruz. Ama o da “mutfağından”, yani sisteminden ayrışması gerektiğini hissettiğinden sadece buna cesaret edemediğinden seyirciye dönüp soruyor, ayrılıp ayrılmamasının kararını. Bu kapalı sistemin, dışarıdan girdi girilse bile kendini aynı döngüsellikte sürdürdüğünü gördüğümüzde, umutlarımız yıkılıyor düzendeki gerçekliğimize geri dönüyoruz. Bu ikircikli ruhsallık bizlere fazlasıyla tanıdık geliyor. Kuşaklarca, bir kırılım noktasına gelip dönüşümü sıfırlamayı ne çok deneyimledik değil mi?

Sibernetik bir uykunun kırılımına dair

Her birimiz yaşamın amacını, hayatımızın bir döneminde sorgularız. Yaşamın amacını ve bu amacın gerçekleştirilme araçlarını kendimiz bulabiliriz. İnsan kesin ya da saltık kurtarıcı bir yanıt bulamaz ama kendisiyle yanılsamalar olmaksızın yaşama ve özgür olma gücünü veren yeğinlik, derinlik ve açıklıkta yaşantılara erişmek üzere uğraşabilir. Marks’ ın “Koşuldan dolayı yanılsamalardan vazgeçme isteği, yanılsamalar gerektiren bir koşuldan vazgeçme isteğidir” tümcesini, Freud da söylemiş olabilirdi. Çünkü her ikisi de insanı uyandırmak, yanılsamalarının zincirlerinden özgür olarak eylemde bulunabileceği şekilde kurtarmak istiyordu. Freud, özgürlükçü (liberal) bir reformcu; Mark ise köktenci (radikal) bir devrimciydi. Onların birbirlerinden farklı oldukları ölçüde, ortak oldukları bir yanları da vardı. Her ikisinde de ödün vermeye yanaşmadıkları bir insanı özgürleştirme istenci bulunmaktaydı. Doğruluğa; bu özgürleştirmenin bir aracı olarak, yine ödün veremeyecekleri bir inanç duyuyorlar ve bu özgürleştirmenin koşulunun insanın yanılsama zincirini kırma yeteneğinde bulunduğuna inanıyorlardı (Fromm, 2004). Burada bahsedilen özgürleştirme istenci, bağımsızlaşmayla paralel bir yapıdadır. İnsanlar, yanılsamaların üstündeki örtüleri kaldırıp uyandıkça, dünyayı olduğu gibi görmeye başlar ve içlerindeki bulundukları üst sistemler, onları gerçekçi olmamak konusunda ikna etmeye çalışır. Daha sonra da alt ve üst sistemlerin hepsi uyanmamak adına var olan sistemin devamlılığı için, başkalaşmaya bir direnç barikatı oluşturur. İşin özü, sistemin korunması için işçi uyanmamalı, çocuk uyanmamalı, kadın uyanmamalıdır. Bu noktada sistem; bireylerin ve kitlelerin uyanışını, devamlılık adına önemli bir tehdit olarak algılayacaktır. Üst sistemler alt sistemleri belirleyecek, gözlerin hiç açılmayacağı bir kör ebe oyunu devamlı oynanacaktır. Oyunda ebe, hep alt sistemlerden biri olacaktır. Üst sistem ise gözü açık, belirleyen ve nefes alan bir hatta varlığını sürdürecektir. Bu oyunu, oynayıp oynamak istemediğimiz soruldu mu sahi bize?

Sonuç olarak bireysel bunalımlarımızın çözümünde toplumsal olayların bizlere ilettikleri ve kişilik gelişimimize etkileri üzerine daha fazla düşünmeye, araştırmaya ihtiyacımız var. İnsanın kendini anlamasında ve özgürleştirmesinde sistemi kırmaya cesaret etmesi üzerine daha fazla düşünülmesi gerekir. Uykunun depresyonla ilişkisini bildiğimizden, uyanmanın önemini daha çok biliyoruz.

“İnsanlar sonsuza dek çocuk kalamazlar. Eninde sonunda büyüyüp dışarıdaki düşman yaşama katılmaları gerekir. Biz bunu gerçekliğe eğitilmek diye adlandırıyoruz.”

Sigmund Freud


Kaynakça

Adler, A. (2002). İnsanı Tanıma Sanatı, İstanbul: Say Yayınları.

Bertalanffy, L.V., 1971, “The Theory of Open Systems in Physics and Biology”, Systems Thinkings, Ed: Emery, F. E., Penguin Books, Victoria.

Byung – Chul, Han. (2015). Yorgunluk Toplumu, İstanbul: Açılım Kitap.

Camus, A. (2008). Sisifos Söyleni, İstanbul: Can Yayınları.

Cole, G.A., 1993, Management: Theory and Practice, DP Publications Ltd. London.

Dokur, M. (2006). İlişki Denklemi, İstanbul: Goa Yayınları.

Doğulu, C. ve Uğurlu Sakallı, N. (2015). Dehşet Yönetimi Kuramı Üzerine Bir Derleme. Türk Psikoloji Yazıları, Haziran, (35), 33-47

Fromm, E. (2004). Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, İstanbul: Say Yayınları.

Greenberg, J., Solomon, S. ve Arndt, J. (2008). A basic but uniquely human motivation: Terror management. In J. Y. Shah ve W. L. Gardner, (Ed.), Handbook of motivation science (114-134). New York: Guilford Press.

Kohut, H. (1977): Kendiliğin Yeniden yapılanması. İstanbul: Metis Yayınları.

Orwell, George (2013). 1984. İstanbul: Can Yayınları.

Pyszczynski, T., Greenberg, J., Solomon, S., Arndt, J. ve Schimel, J. (2004). Why do people need self-esteem? A theoretical and empirical overview. Psychology Bulletin, 130(3), 435-468. doi: 10.1037/0033-2909.130.3.435

Schützenberger, A. A., (2016). Psikosoybilim. İstanbul: Kültür Yayınları (2016).

Şahin, D. (2003). Sosyo-Kültürel Değişikliklerin Kişilik Üzerine Etkileri. Küreselleşme ve Psikiyatri, Türk Tabipler Birliği Yayınları, 438-454.

Wolynn, M. (2016). Seninle Başlamadı, İstanbul: Sola Unitas.