Kuşlara yaslanıyorum havalanıyorlar

> SİNEM SAL @sinemsal

“Bir çocuğu kemiren ya bir
babadır hep
ya da yokluğu…”

Özge Dirik

Kimsenin ocağına incir ağacı dikmemiştim ama babamın başına bir çam ağacı dikmiştim. Yerini daha kolay bulabiliyorduk böylece. Hem ağaçlar büyürdü; bir yere gitmezdi. Büyüyünce bir yere gitmeyen sayılı şeylerdendi ağaçlar. O yüzden babamın başına bir çam ağacı diktik!

Bir kar küresinin içindeydik. Tanrı bizi ellerinin arasında sallamıştı. Annem harıl harıl ağlıyordu ve kar küresinin içindeki diğer akrabalarımız da dövünmeye devam ediyordu. Her şey yolundaydı. İnsan, alışkanlıklarını zamanla değil aniden ediniyor. Hayatım boyunca hiç sakız çiğnemedim. Babamın cenaze gününde ailem beni komşumuza çıkarmıştı. Benim yaşlarımda bir oğlu vardı kadının ve tam yanıma oturmuş sakız çiğniyordu. Annesi ona “Akşam akşam sakız çiğnenmez, ölü eti çiğniyorsun…” demişti. Bu sözü duyar duymaz, yumruğumu çocuğun gözüne indirmiştim. O ölü benim babam da olabilirdi. Çocuk çok ağlamıştı. Bense adaleti sağlamıştım.

“Çocukluğuma inmeyelim Doktor Bey…zaten zor kurtuldum oradan.” dememe rağmen beni rahat bırakmadı Doktor Hamza. “Tutulmamış bir yasınız var sizin.” Hiç haberim yoktu. Bütün duygularımı etrafa saçtım sanıyordum. Meğer içimde biriken hüznü dışarıya sunarken yanlış paketlemişim. Genelde neşeliydim; ne idüğü belirsizdim. Fakat içeride olup bitenler genellikle dışarıdakilere tekabül etmezmiş. Doktor Hamza söyledi. Ben inandım.
“Bu yası tutmalısınız Rüya Hanım,” dedi. Peki dedim. Bütün bayraklarımı yarıya indireceğim yarın. İşe gitmesem de olur mu Hamza Bey? Bir rapor verseniz ya bana? Mesela yazsanız ki:

“26 sene önce ölen babasının yasını tutmayan genç kadın hayatta geriye kalan her şey için yas tutmaya başlamıştır. Genç kadının yas tutma görevinden uzaklaştırılması için, hakiki acının kaynağına inmesi gerekmektedir. Gereğinin yapılmasını arz ederim.”

Hamza Bey, bunun yasal olmadığını söylüyor. Ölümü idrak edemeyecek yaşta, ölümü anlayan çocuklar, onu yanlış anlıyormuş. Durum biraz karışık olsa da tam olarak buymuş ve böyle anlarda şut, hiçbir zaman gol olmuyormuş.
“Hadi,” diyor “bana babanızın öldüğü gün neler hissettiğinizi anlatın.” “Tamam,” diyorum “anlatacağım ama sigara içmek istiyorum.” İzin veriyor.

“Komşudaydım. Evimiz cenaze eviydi ve insanlar bana baktıkça üzüleceği, yırtınacağı şeyleri hatırlıyordu. Televizyonda Canım Kardeşim filmi vardı ve boğazımdan atlılar geçiyordu. Cahit Oben’in müziğini bilirsiniz. Komşu teyze, ölen babam için, ‘Allah sevdiklerini yanına çabuk alır’ demişti. İşte buna çok bozulmuştum. Keşke demiştim annem de ölseydi. Demek Allah, annemi sevmiyor. Ben de yaşıyorum. Demek ki Allah bana ifrit oluyor. Atlılar rahat bırakmıyordu.”

“Siz ne hissediyordunuz?”

“Ben ağlamak istediğimi ama bir türlü yapamadığımı hissediyordum. Çok sürmedi. Ağladım. Bütün ev halkı başıma toplandı.”

“Ne söylediniz onlara?”

“Kakam var, dedim.”

“Sonra?”

“Sonra tuvalete gittim. Ağlamaya devam ettim. Onlar da kapıdan bana sorular sordular, iyi misin dediler.”

“Siz ne dediniz?”

“Değilim dedim. Kakam var dedim. Çok var dedim. Yapamıyorum dedim.”

Sekreter, kapıyı çaldı. Süremiz doldu! Doktor, hikâyemin geri kalanını hiç merak etmedi.

“Bu yası tutmalısınız Rüya Hanım…” dedi. Teşekkür edip kapıyı kapattım.

Hastaneden çıktığımda trafik ışıklarında durdum. Tek başına yürüyen yeşil adama, çöp tenekelerine sadece çöp tenekeleriymiş gibi davranılmasına, insanların, plastik topları taşıyan ağlarla işi bitince onları bir kenara atmasına ağladım. İçime atmamalıydım. İçime atınca, içim büyüyordu. Pardon içim daralıyordu. Çünkü içime attığım orada büyüyordu. Keşke bu cümleler sembolik olsaydı. Ama değildi.

Birbirinin nefesini kullananlar, birbirine benzer. Herkesin tutulacak yası vardı. Fakat iş de vardı, fatura vardı,sevgili vardı, kariyer vardı, basamak vardı, onları çıkmak vardı.Kendimi en yakın mezarlığa attım. Nefes almayanlara benzersem, hiçbir şey hissetmezdim.

Çam ağacının başına geldim.Yabani otları kopardım. Çiçekleri ellemedim. Salyangozları bir kenara attım. Sinir oldum onlara. Küçük bir çocuk, elinde mavi bir bidonla yanıma geldi: “Sulayalım mı abla?”

“İstemez,” dedim “hallederim.”

Çocuk gitti. Mezarlıkta çalışıyordu. Ölü suluyordu. Mezar taşının üstüne çıkıp “Buraların yası hep benden sorulacak…” diye bağırdım. Her şeyi yanlış anlamakla meşhurdum. Ölüler gülebilseydi, kesinlikle gülerdi. Ölüler, hep bizden yanadır zaten.

Hayatım bana tek şeyi anlatıyordu; ona inanmalıydım: Kuşlara yaslanıyorum, havalanıyorlar.