Geçenlerde TV’de zap yaparken Nihat Hatipoğlu’nun programına denk geldim. Ney eşliğinde helak olan kavimleri anlatıyordu. Helak olan kavimlere bakarak yapmamamız gerekenleri öğreneceğimizi söylüyor, onlarca madde sıralıyordu.

Nihat Hoca, Ad kavminin helakına geldiğinde “Görkemli binalar inşa ediyorlardı, şirkte ısrar ediyorlardı” diye sıralarken ağzından bir söz çıkıverdi; “Yollardan para alıyorlardı.” Bir anda duraksadı, toparlaması gerektiğini düşünmüş olacak ki “Bugünkü gibi köprü parası değil, paralı yollar gibi değil, geçenlerden alıyorlardı” dedi. Toparlayamadığının farkına vararak “Yani kendi bahçesine gidenlerden de para alıyorlardı” diye bağladı ve maddeyi atladı.

Aslında Nihat Hatipoğlu’nun anlık düştüğü gaflet, islamcı siyasetin günümüz suretine aynadır diye düşünüyorum. Özellikle 12 yıllık iktidarları sonrası öyle bir kirlenme içine girdiler ki, geçmişten gösterdikleri tüm referanslar dolaylı ya da doğrudan bir şekilde kendilerini vuruyor artık.

Birkaç yıl önce henüz Dışişleri Bakanıyken Ahmet Davutoğlu’nun Karadeniz’de yaptığı bir kahvaltının fotoğrafları gündem olmuştu. Sofrada elli çeşit kahvaltılık, neredeyse çekirdek bir ailenin altı aylık erzağı önlerine serilmiş, Davutoğlu çifti güle oynaya kahvaltı ediyordu. İsraf ve görgüsüzlük eleştirileri başlar başlamaz da sofrayı kendilerinin de abartılı bulduklarını, misafir edenin işgüzarlığı olduğunu söylediler.
Açıkçası ben de dalkavukluğu abartan birinin marifetidir diye düşünmüştüm.

Fakat aradan geçen yıllar bu tarz saf inanış ve hak verme çabalarını boşa çıkardı. Gösteriş ve görgüsüzlük, islamcı siyasetin yaşayışından koparılamaz bir parça hâline çoktan gelmiş.

Her fırsatta aza tamah etmeyi, bir lokma bir hırkayı, yoksulluğun erdemini öven Diyanet İşleri Başkanlığı’nın milyonluk makam aracı da bu parçaya ait. Ne işe yarayacağı belli olmayan bin bilmem kaç kusür odalı devasa saray ve “İtibarda tasarruf olmaz” sözleri de.
Bu şaşa yarışında netice olarak ağızlarından hiç düşürmedikleri “dava”ları konusunda gülünç bir noktaya geldiler. Kendilerinden başka davalarına referans gösterecek payanda kalmadı. İçerisinde bir nebze de olsa erdem taşıyan her düşünce ve kişinin doğal muhalifi haline gelmiş oldular.

Hangi ünlü din alimini, hangi muhafazakar edebiyatçıyı, hangi tarihi tasavvuf üstadını alıntılayacak olsalar bugün yaşadıkları, yaşattıkları hayata tosluyorlar. Artık anca “cumhurbaşkanımızın da dediği gibi, ünlü alim Hayrettin Karaman’ın da belirttiği gibi, sanatçı Uğur Işılak’ın da altını çizdiği gibi” kalıplarıyla yalnız organik bağları olan, kendi icatları pseudo referans noktalarıyla başbaşa kaldılar.

Bir “dava”nın düşebileceği en aciz hâl sanıyorum ki budur.