Muhafazakârları sarsan tarihi maden grevlerinden 10 yıl sonra Thatcher’ın darbesi, neoliberalizmin kapılarını açtı, işçi sınıfında ise derin izler bıraktı. Şimdi işçi sınıfı, yeniden ayağa kalkıp kanatlarını yavaş da olsa açmaya başlıyor.

Kuzey meleği ya da görkemli devrim
Fotoğraflar: BirGün

Semiha DURAK

Newcastle trenine binmek üzere olan arkadaşımın arkasından sesleniyorum: “Tren, Kuzey Meleği’nin (Angel of North) önünden geçerken benim için bir fotoğrafını çek olur mu? Bunca yıldır burdayım ama onu görme şansım olmadı.” Meleğin yaratıcısı heykeltıraş Antony Gormley’nin söyledikleri geliyor aklıma: “İnsanlar sürekli neden melek diye soruyorlar? Tek verebileceğim yanıt, henüz kimsenin bir melek görmemiş olması;  ama yine de onları hayal etmeye devam etmemiz gerekiyor.” Uzun kanatlı ve görkemli meleğin, güç ve dayanıklılığı simgelediğini ve üzerinde yükseldiği tepenin hemen altında,  iki yüz yıl boyunca çalışmış kömür madencilerinin mücadelesini hatırlatan, tarihi bir görevi olduğunu anlatıyor Gormley. Madencilerin yaşadığı zorluklara rağmen mücadele ve dayanışma ile diri tutmaya çalıştıkları umudun “şiirsel bir yankısı” ve anıtı bu heykel. İki yana açılmış uzun metal kanatlar düz değil; minik bir açıyla ileriye doğru uzanarak, geçmişi ve geleceği kucaklıyormuş hissi uyandırıyor.

Geçtiğimiz haftalarda, Morning Star gazetesinin düzenlediği, aralarında işçi hareketi liderleri, sosyalist milletvekilleri, sendikacılar ve akademisyenlerin konuşmacı olarak katıldığı bir konferanstaydım. 1984 yılının Mart ayında başlayıp bir yıl boyunca devam eden madenci grevlerinden bugünün mücadelesine dair ipuçları taşıyan sözler alkışlara, sloganlara ve gözyaşlarına karışıyordu.

Britanya tarihinin dönüm noktası niteliğindeki maden grevlerinin üzerinden kırk yıl geçti. Ama direnişin ve yenilginin yankısı bugün hâlâ burada; ekonomik, sosyal ve politik sonuçları her geçen gün biraz daha fazla hissediliyor. Margaret Thatcher’ın demir pençesinin izleri, milyonlarca insanın hayatını derinden etkileyen ve tarihi değiştiren bir dönemin üzerinde.

DEMİR LEYDİ’NİN PLANI

Üzeri özensizce kapatılmış, görmezden gelinmiş yaraların içten içe kanamaya devam ettiği, özellikle son yıllarda daha iyi anlaşılıyor. Bu farkındalıkta, “30 yıl kuralı” kapsamında, 2014 yılında, kamuoyuna açıklanan belgeler sayesinde Thatcher hükümetinin işlediği suçların ortaya çıkmasının büyük etkisi var. Ridley Raporu olarak bilinen belgeler birkaç yıl önce BBC’de yayınlanan Sherwood dizisinin o efsanevi sahnesiyle ekranlara da yansımıştı. Dizinin sendika aktivisti avukat karakteri, rapordan ve Thatcher döneminden bahsederken, onun neoliberal projesini bir nefeste özetliyordu: “Siyasi manzarayı kolektivizmden serbest piyasa ekonomisine doğru değiştirmek istiyorlardı. Bunu başarmak için bir savaşa ihtiyaçları vardı. Kazandılar ve ülkeyi sonsuza dek değiştirdiler.” Devletin madencileri bertaraf etmek amacıyla her yolu denediği; haksız yere işten çıkarma, polis şiddeti ve haksız mahkumiyetlerin yanı sıra toplum içine sızan ajanlar kullandığı da açığa çıktı. Madenci köylerinde ve kasabalarındaki halkın bir arada hareket etmek yerine birbirine düşmesi, her şeyin, Thatcher’in tam da planladığı gibi gitmesini sağlamıştı. Arkadaşlar, kardeşler, babalar ve çocuklar birbirine küstü. Küskün ve yalnız bir ülke yaratılmış oldu.

HERKESE SIRA GELİR

1972 ve 1974 yıllarında iki büyük grev altında ezilen muhafazakârların yıllarca bu zafer için hazırlandıkları belliydi. O yıllardaki başbakan Edward Heath “Bu ülkeyi madenciler mi, hükümet mi yönetiyor?” diye sorduğunda cevabını büyük bir yenilgiyle almıştı. 1984’te grevlere katılan madencilerden biri, o günleri hatırlarken şöyle anlatıyordu: “On yıl önceki yenilginin intikamını almak isteyeceklerini biliyorduk. Bu yüzden de ülkenin en güçlü sendikasını yok etmek için gerçek bir savaşa girdiler.”  Bunun gerçek bir savaş, bir sınıf savaşı olduğunu Thatcher da doğruluyordu. O meşhur konuşmalarından birinde, “Falklands’te dış güçler ile savaşmak zorunda kalmıştık. Ama onlardan daha tehlikeli olanlara, içimizdeki düşmana karşı dikkatli olmalıyız” diyordu. “İçerideki düşman”, işlerini kaybetmemek uğruna mücadele eden madencilerdi ve Thatcher, bu düşmanlar arasında, Falklands Savaşı’nda çocuklarını kaybeden aileler olduğu gerçeğini elbette çok iyi biliyordu. Kuzey kasabalarında “kendi halinde” çalışan maden işçileri, devletin Brixton’da siyahlara ya da Kuzey İrlanda halkına uyguladığı şiddetin bir benzeriyle karşılaşacaklarını hiç beklemiyorlardı. Ama tarihte her zaman görüldüğü gibi herkese sıra geliyordu; sessizlikten güç alan zorbalar, bir gün herkes için geliyordu.

Grevler böylesine sert ve acımasız bir ortamda, öngörülü bir sloganla başlamıştı: “Madenleri kapatın ve toplumu öldürün.” Maden işçilerinin tamamı erkek olsa da, kadınlar da bu direnişin belkemiğiydi. Aşevleri kurup destek grupları oluşturan kadınlar, uluslararası düzeyde kampanyalar yürüttüler. Eşleri ve kızlarıyla güçlenen madencilere tahmin etmedikleri bir topluluktan daha destek gelmişti: Londralı LGBT aktivistler. “Madenciler kaybederse, bir gün bize de sıra gelecek” diyerek harekete geçen LGBT aktivistler büyük bir kampanya ile greve destek sağladılar. Bu dayanışmanın hikayesi, dönemi anlatan en iyi filmlerden biri olan Pride’a da konu olmuştu.

KÜRESEL GERÇEKLİK

Grev yılları, direnişe katılan maden işçileri için onurlu bir mücadelenin, greve katılmayarak çalışmaya devam edenlerin pek çoğu için ise utancın ve pişmanlığın anılarına dönüştü. Ve bu anılar, uzun yıllar boyunca, geçmişe sıkışmış bireysel hikayeler olarak kaldığı, gizlendiği, üzeri örtüldüğü ve konuşulmadığı için de Thatcher'ın savaşının boyutlarının ve evrensel sonuçlarının fark edilmesini geciktirdi. Detaylı bir sözlü tarih projesinin mülakatlarında eski bir madencinin sözüne rastlamıştım; “Madenciler bu ülkenin belkemiğidir, onlar olmadan ülke yürüyemez” diyordu. Thatcher’ın maden işçileri karşısındaki zaferi ve 1984’ün yenilgisinden geriye kalan miras, bugün yürümekte zorlanan bir ülkenin her yerinde. Araştırmalara göre madenlerin kapatılması, maden topluluklarını işsizlik, yoksulluk, yaygın uyuşturucu kullanımı gibi sorunlarla baş başa bıraktı. “Geri bırakılan” bu bölgelerdeki koşulların, 2016'daki Brexit sonuçlarına ve 2019 seçimlerinde “Kızıl Duvar'ın” muhafazakârlara kaptırılmasına katkıda bulunduğu söyleniyor.

Thatcher'ın işçi sınıfına karşı savaşı, zaman-mekan örgüsünde sınırlı, geçip gitmiş küçük bir savaş, sıradan bir yenilgi olarak kalmadı.  Kuzeydeki madenci kasabalarından bütün dünyaya yayılan evrensel düzeyde bir savaş bağlamında gerçekleşti. “Kapitalizmden başka alternatif yok” algısını toplumun beynine işleyen Thatcher’ın işçi sınıfına ve sendika örgütlenmelerine vurduğu sert darbe, neoliberalizm kapılarını sonuna kadar açan sihirli anahtarlardan biriydi. Madencilerin direnişi, onların bugüne yansıyan tarihi, yalnızca Britanya’nın değil, kuzeyden güneye, doğudan batıya bütün ülkelerin gerçeğini, dünyanın son kırk yılını anlamak için ipuçları sunuyor. Bu yüzden, George Orwell’in 1984’ü yerine Kuzey’in 1984’üne odaklanmak, hikâyeyi bir de oradan okumak, dünyayı daha somut verilerle, daha gerçekçi bir şekilde anlayıp yorumlamamıza yardım edebilir. “Hayat yalnızca Kuzey'de gerçektir” diyen Orwell’ın kendisi de bu görüşü destekliyor gibi görünüyor. Bu gerçekliği, 1936’da Wigan İskelesi Yolu’nu yazmak için gittiği Lancashire ve Yorkshire'daki madenciler arasında yaşadığı zaman içinde keşfetmiş.

SINIF BİRBİRİNİ GÖRMELİ

1984’ün yenilgisinin hemen ardından Thatcher–Reagan ortaklığıyla hızla devreye giren neoliberal proje, her geçen gün kötüye giden sağlık ve eğitim hizmetlerinde, evsizlik ve yaşam maliyeti krizinde çirkin ve korkunç yüzünü gösteriyor. Böyle bir manzarada, her şey bu kadar açıkça ortaya çıktığında ve eski anılar canlanıp eski hesaplar açılınca, işçi sınıfı, yeniden ayağa kalkıp kanatlarını yavaş da olsa açmaya başlıyor. Britanya’da bir süredir demiryolu ve posta çalışanları, öğretmenler, akademisyenler, avukatlar, hemşireler ve ambulans çalışanlarının içinde olduğu, 80’li yıllardan beridir görülmeyen düzeyde bir katılımla düzenlenen grevler bunun en büyük göstergesi. “Artık Yeter” mitinginde konuşan RMT Genel Sekreteri Mick Lynch “Mesajımız açık ve net. İşçi sınıfı geri döndü. Yenilgiyi reddediyoruz, boyun eğmeyi reddediyoruz” diyordu. Başlamaya çalışan bir şeylerin olduğu ortada. Şehre bir hareket geliyor. Ama hâlâ bir şeyler eksik, birşeyler yanlış. Kanatlarını açmaya başlasa da, kucaklamayı, kucaklaşmayı bir türlü beceremeyen bir metal soğukluğu var hareketin üzerinde. Morning Star konferansındaki konuşmacılardan birinin söylediği gibi: “Yanlış olan şey şu: Sendikalar birbirleriyle konuşuyor ama birlikte bir şey yapmıyorlar.” Sanırım kilit nokta, tüm zamanların değişmez doğrusu tam da burada gizli. Hayal edilen, o hep beklenen her ne ise - kanatlarını açmış, geleceği kucaklayan Kuzey Meleği ya da görkemli bir devrim – bütün bunları görebilmek için önce birbirimizi görmemiz gerekiyor.