Amin’in bu çalışması, Ortadoğu’da demokrasi ve laiklik mücadelesinin tarihsel arka planını anlamak için politik İslamın varabileceği boyutlar, laiklik-demokrasi ilişkisi, ‘ilericilik-gericilik’ tartışmaları gibi başlıklarda ufuk açıyor

Laiklik, siyasal İslam ve emperyalizm

GÜNNUR AKSAKAL

29 Ekim 1923, 600 yıllık Osmanlı geleneğinden köklü bir kopuştu. Çünkü teokratik bir monarşiden laik bir cumhuriyete geçilmişti. Osmanlı-Türkiye modernleşme serüveninin zirve noktası olan laikleşme ve sekülerleşme çabaları aradan geçen seksen beş yıllık sürenin ardından çok daha geri bir noktadan tartışmaya açıldı: “Laiklik yeni anayasada olmalı mı, olmamalı mı?” Üstelik bu soru hilafet tartışmalarıyla birlikte gündeme getirildi ve kamuoyuna sunuldu.

Samir Amin’in geçtiğimiz aylarda yayınlanan Modernite, Demokrasi ve Din adlı çalışmasını bu tartışmaların göbeğinde ve sınırlarına radikal dinci örgütler tarafından her gün roket atılan bir ülkede okumak zorunda kalıyoruz ne yazık ki. Modernite, demokrasi ve din kavramları, bu çalışmada iki düzlemde tartışmaya açılıyor: İlk olarak bu kavramların Avrupa-merkezci bir bakış açısıyla ele alınması ve ikincisi, Arap toplumlarının kendi “Rönesans”larını yaşadığı tezi…

‘Yeniden doğuş’
Samir Amin, Avrupa-merkezci bakış açısıyla yazılan tarih anlayışının 15-16. yüzyılda yaşananları Rönesans olarak adlandırmasının yanıltıcı olduğunu söylüyor. “Rönesans” yeniden doğuş anlamına geliyor. Oysa Amin’e göre, Avrupa, bizzat Avrupalıların iddialarının aksine, Eski Yunan-Roma geleneğine geri dönüşü değil; kendi tarihlerinden kopuşunu gerçekleştiriyor. Dolayısıyla, bazı mitolojik argümanlarla yapılan bu adlandırma, kapitalizmi ve kapitalizmin iç çelişkilerinin ürünü olan Rönesans hareketini açıklamak için yeterli değil. Yaşanan, bir “yeniden doğuş” veya kaynağa dönmek değil; tamı tamına bir “doğuş”tur.

Arap toplumları, Avrupa’nın yaşadığı bu “doğuşu” XIX. yüzyılda yaşamaya çalıştı, ancak bu, Avrupa’daki gibi bir iç sosyal dinamiğin neticesi olmadı. “Nahda” adı verilen Arap Rönesansı, Batı’ya karşı duyulan karışık hislerin bir toplamı olarak ortaya çıktı; bir yandan moderniteye özenme, diğer yandan Batı’nın fetihçi politikalarına duyulan nefret… Nahda hareketi “öze dönme” iddiasıyla Avrupa Rönesansını taklit etti. Eski Ortadoğu medeniyeti ve İslamiyet dışı inanışlar, “Cahiliye” dönemi diye adlandırılarak hemen silinmesi gerekenler arasında yerini aldı. Dolayısıyla bu öz, Avrupa’nınki gibi Eski Yunan modernitesine değil, İslamiyet dönemine tekabül ediyordu.
XIX. yüzyıldan beri Ortadoğu coğrafyasında, siyasetten gündelik hayata değişmeyen bir gerçek olarak “laiklik sorunu” ortada duruyor. Nahda ya da Arap rönesansı, Amin’e göre, laikliğin modernitenin gereği olduğunu anlayamıyor ve hatta bunun Avrupa’nın özgünlüklerinden biri olduğunu varsayıyor. Laikliğin reddi ise demokrasinin ön koşullarından birini doğrudan yok saymak demek ki bu da beraberinde demokratik iktidarlar yerine otokratik iktidarları getiriyor. Bugün, Samir Amin’in yarı-modern olarak nitelediği Türkiye’de dahi dinsel-otokratik bir sistem yerleştirilmeye çalışılıyor. Emperyalizme başkaldırıyormuş görüntüsü altında güçlenen dinsel-otokratik bir iktidar, “karizmatik” şahsiyetlere itaat ve dinî referanslarla iktidara bağlanan kitleler, yani adıyla çağırırsak: “siyasal İslam”. Bir tür tabi olma hali olan siyasal İslamı, demokrasiyi yok saymak ve özgürlük karşıtlığı besliyor.

Siyasal İslam ve emperyalizm
İslami hareketler, her ne kadar milyonlarca seçmenin desteğini almış olsa da toplumu ileriye taşıyıp dönüştürme perspektifinden yoksundur. Politik İslam, mülkiyetin kutsallığını ve eşitsizlikleri savunan doğası gereği egemen emperyalizmle aynı safa düşmektedir. Hem Ortadoğu’da hem de özel olarak Türkiye’de politik İslam-ılımlı İslam savunucuları aksini iddia etse de, hareket varoluşunu emperyalist devletlerin güçlü ve kararlı desteğine borçludur. Bu desteğin vardığı boyutlardan biri bölgeye doğrudan askerî ve politik müdahaleler… Örneğin Taliban, CIA tarafından komünist rejimle “mücadele etmek” üzere Pakistan’da kuruldu. Yine Müslüman Kardeşler’in 1920’lerde demokrat ve laik güçlerle mücadele etmek amacıyla İngilizler tarafından Mısır’da kurulduğu bir sır değil… Bunlara ek olarak Hindistan’ın birliğinin engellenmesi, Filistin direnişinin demokratik ve laik akımlarını yok etme çabaları da ortada. 1957’de ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın başını çektiği İslam Konferansı ise, politik İslamın bölgeye yerleştirilmesine yönelik altın vuruş oldu âdeta. Nihayetinde, Lübnan Hizbullah’ı ya da Irak’ta mücadele eden bazı akımlar gibi birkaç istisna dışında, politik İslam ne antiemperyalisttir ne de halkların kendiliğinden hareketinin ve dinî inançlarının ortaya çıkardığı bir şeydir. Kitapta Afganistan, İran, Irak ve Filistin üzerinden anlatılan bu durum Türkiye örneğinde de doğrulanmaktadır.

Kültürel bir alan olarak inanç
Batı-merkezci bakış açısı Ortadoğu’daki kadın sorunu konusunda da ikiyüzlülüğünü gösteriyor. Çoğu zaman sadece hayatta kalabilmek için peçe takmak zorunda kalan kadınlara inanç özgürlüğü adı altında “saygı” duyuluyor. Batılı “kültüralist”ler, Ortadoğu’daki bu “görüntü”nün bireylerin dinî inançlarına uygun yaşama isteğinden kaynaklandığını savunabiliyor. Ancak aynı “özgürlük anlayışı”nın homoseksüel aktivistler katledilirken ya da kadınlar recm edilirken geçerli olmadığını görmüyor. Bu da İslamcılar ile emperyalistler arasındaki çirkin ilişkinin bir başka boyutunu oluşturuyor.

Modern çağda, Müslüman toplumlar hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmadı. Kuruluş ilkelerinden biri laiklik olan Türkiye’de dahi dinî kurumların “ehlileştirilmesinin” ötesine geçilmedi. Dolayısıyla, şu an radikal İslamcıların yuva edindiği ülkelerde bir zamanlar Müslümanların laikliğin baskısına uğradığı yahut “agresif ateizm”in saldırılarına maruz kaldığı bir yalandır. Politik İslam, olsa olsa yayılmacı emperyalist politikalara bir tepki olarak böyle kitleselleşebilirdi ki bu imkânı solun örgütsüzlüğü yarattı. Oysa, yukarıda da belirtilen istisnalar dışında politik-İslamcı hareketlerle emperyalist merkezlerin “dostluğu” gün gibi ortada… Dolayısıyla bu dönüşüm kesinlikle teolojik değil, siyasidir. Çünkü emperyalizm siyasal İslamı bölgede güçlendirmektedir.

Modernite, Demokrasi ve Din, Ortadoğu’da bugünkü demokrasi ve laiklik mücadelesinin tarihsel arka planını anlamak için okunması gereken bir çalışma… Amin’in bu çalışması politik İslamın varabileceği boyutlar, laiklik-demokrasi ilişkisi, “ilericilik-gericilik” tartışmaları gibi çeşitli başlıklarda ufuk açıyor. Özellikle laiklik için tehlike çanlarının durmaksızın çaldığı, siyasal iktidarın “dindar anayasa” yapmaktan söz ettiği ve gericiliğin siyasal/toplumsal yaşamı kuşatma altına almaya çalıştığı Türkiye gibi bir ülkede, bu kitabın okunması bir zorunluluk…