Latife Tekin’in ilk kitaplarındaki “büyülü gerçekçilik” artık yok. O dilin geride kaldığını çoktan ilan etmişti; “İyi bir yazar olacaksam bulduğum şeyin rantını yememek gerekiyordu“ diyerek

Latife Tekin yoksulları yazmaya devam ediyor: Yoksullar “kimsesiz ve hikâyesiz kalmasın” diye!

TÜREY KÖSE

Latife Tekin’in son iki kitabı Manves City ve Sürüklenme “bugün”kü zamanda geçen; birbirine yol veren, yol açan, bazı sapa yollarda rastlaşıp, bazı köşe başlarında apayrı yönlere sürüklenen iki kardeş roman. Latife Tekin, yoksulları yazmaya devam ediyor. Yoksulların “kimsesiz ve hikâyesiz” kalmaması için yeniden söz almış ama bu hikâyeleri artık “büyülü” gerçekçi bir dille anlatmıyor. Anlatılan sert, ürkütücü, pek de umut vermeyen “büyüsüz (!)” gerçekçi hayatlar…

Sevgili Arsız Ölüm’le edebiyat dünyasına sarsıcı bir giriş yapan Latife Tekin, henüz 22 yaşındaydı. “Gövdemden bir ateş geçti ve ben bu kitapları yazdım” diyordu. Bir edebiyat mucizesi yaratarak o “ateşi” okurlarına da geçirmişti. Yoksulluğu salt bir mağduriyet, çaresizlik, olanaksızlıklar silsilesi olarak anlatmıyor; şenlendiriyor, kanatlandırıyor, kelimeleriyle yoksulların hayatlarının üstüne büyülü bir ışık salıyordu. O hayatlarda sadece yoksulluk-yoksunluk, çaresizlik yoktu; neşe, mizah, büyülü-masallı şen şakrak hikâyeler de vardı. Berci Kristin Çöp Masalları’yla gecekonduyu başkahraman yapmış, orada yaşayanların sesi olmuştu. Sonra giderek içe, doğaya döndü. Sayıklamalar, iniltiler, inlemeler, fısıltılar, mırıltılar, sızılarla yazılan romanlar-anlatılar geldi. Okurunu ormanlarda, unutma bahçelerinde dolaştırdı. Doğanın ritmine, sesine, soluğuna, iniltisine kulak verdi. Son kitabı Rüyalar ve Uyanışlar Defteri 2009’da yayımlanmıştı.

Üzerinden 9 yıl geçtikten sonra iki kitapla -üstelik eş zamanlı yayımlanan- okurun önüne çıktı.

Latife Tekin Manves City ve Sürüklenme romanlarıyla hem yoksulların, hem de “toprağın, suyun derdini” anlayarak, anlatarak, onların sözcüsü oluyor bir kez daha. Kimselerin artık doğduğu evi bulamadığı, her şeyin hızla değiştiği, kirlendiği, bozulduğu, vahşice talan edildiği zamanları, “bugün”ü yazıyor. Elbette insani ilişkiler de bu değişimden, talandan nasibini alıyor. Yoksul kahramanlar ilk kitaplarındaki kadar masum değiller; mafyalaşmadan, lümpenleşmeden, yozlaşmadan onlar da paylarını almış. Yine de Latife Tekin onları biraz kayırıyor gibi. Dünyayı değiştirmeye çalışanlar arasında da büyü bozulmuş sanki örgütler şirketleşmiş, ilişkiler yıpranmış, ihanetler yaşanmış, kötü anılar birikmiş. Anlatıcı örgütün kayıp paraları peşinde Almanya’dan Rusya’ya, İngiltere’den Yunanistan’a koşarken, örgüt ve örgüt içi ilişkilerdeki değişim de sergileniyor.

“Hani ev, hani yuva?”
Manves City, büyük şirketlere teslim olan bir beldede, Erice’de geçiyor. Cezaevinden çıkıp memleketine dönen Ersel ve onun çocukluk arkadaşı Nergis’in hikâyesinde kadın cinayetleri, doğanın katledilmesi, işsizlik, mafyalaşma, yozlaşma gibi “güncel” alt başlıklar var. Yoksulların arasına karışırken bir gazeteci, bir sosyolog, bir araştırmacı titizliği ve ayrıntılıcılığıyla anlatmış hikâyelerini. İşçilerin ancak ölümleriyle, iş cinayetleriyle “haber” olabildiği günlerde -gerçi artık o haberlere de yasak geliyor- onların iş ortamını, fabrikalardaki sömürüyü,o çok masum taleplerini edebiyata aktarıyor:

“Elimiz ağzımız yanıyor. Naylon bardakta çay içmek istemiyoruz.”

“Gece vardiyasında dört zeytin bir domatesle işçi çalıştırılmaz”;

“Kesim makinaları cam bardaktan daha mı az tehlikeli, karton bardağa da hayır”;

“Tadıyla cam bardak”;

“Klima odasında namaz kılmak istemiyoruz, Mescit sözü tutulsun.”

“Dövmesi olana mesai hakkı tanınmıyor.”

Toplumdaki muhafazakârlaşma ve işçilerin değişen talepleri aktarılırken; muhafazakârlaşmanın kadın mağduriyetlerini pek değiştirmediği de görülüyor: “Sayın İnsan Kaynakları”na bir kadın işçinin yazdığı şikâyet dilekçesine bakalım: “İşçinin önüne durup Cuma namazı kıldırıyor. Sonra yanıma gelip telefonundan müstehcen videolar izlettirmek istiyor. Kıblesi, duası benmişim. Moralim bozuk olduğu için yorumsuz.”

Kadın kahramanlardan Nergis, yerel gazetede yazdığı köşe yazılarında hem Erice’deki değişimi anlatıyor, hem de yoksulların sesi oluyor. Bazen “Yoksulların evi olmaz, yuvası olur” “Hani ev, hani yuva?” diye sessiz çığlıklar atıyor; bazen mevsimlerle kavga ediyor: “Vicdanın olmadıktan sonra renkten renge bürünmüşsün ne yazar; yüreğini yakmıyorsa naylon çadırlar, şilteler, beşikler, güle güle sana İlkbahar.”

Manves City’de özellikle “çevremiz ”deki değişim ve bunların yoksulların hayatını nasıl değiştirdiği gözler önüne serilirken, Sürüklenme de bu kez yoksulların hayatlarını değiştirmek isteyenler de hikâyeye dahil oluyor. İsmi ve cinsiyeti söylenmeyen anlatıcının mektupları ve seyahatlerinden örgüt içindeki değişimi, hesaplaşma ve tartışmaları izliyoruz. Bu karanlık atmosferde “Kaçma cesareti, yaratma neşesi, hayat kurtarma gücü” tekerlemesi cılız da olsa bir umut ışığı olarak yineleniyor...

Yoksulların “kimsesiz ve hikâyesiz” kalmaması için!
Latife Tekin’in ilk kitaplarındaki “büyülü gerçekçilik” artık yok. O dilin geride kaldığını çoktan ilan etmişti; “Bir tane daha Berci Kristin Çöp Masalları ya da Sevgili Arsız Ölüm fazla olurdu, aynı telden çalıp söylemek gibi olurdu. (…) İyi bir yazar olacaksam bulduğum şeyin rantını yememek gerekiyordu“ diyerek. Zenginlerin de yoksulların da akıllı telefonlarla sosyal medyada dolaştığı günlerde “radyonun, şiirin, defterin” yasaklandığı zamanlarda yaşayan Dirmit kızın diliyle yazılamazdı! Ama yine de Manves City’nin kahramanlarından Nergis’in Dirmit’le bir akrabalığı var gibi. Elbette, Dirmit’in masumiyetine sahip değil ve ondan çok başka bir dille yazıyor köşe yazılarını.

Sürüklenme’nin özellikle ilk bölümünde “sapa yer, uygunsuz vakitlerde tuhaf bir serbest taksiciyle karşılaşmanın anlatıldığı ilk bölüm Latife Tekin’in “büyülü” dünyasından tanıdık sesler, sözler, hisler getiriyor okura. Uçaktan inmiş yolcularına “bulutları ayaklarının altına aldılar” diye sitem edip “Yağmurdan yüksekte ne işim var benim. Yerimi biliyorum” diyen tuhaf taksi şoförünün sözleri sanki bambaşka bir dünyadan geliyormuş gibi. Ama sezgileri, “Toprakla arayı soğutanların sonu hazin oluyor” kehaneti iki kitapta da doğrulanıyor. Taksici Çaredar’ın pınarların, ayın, yağmurun dilinden konuşan şiirli sesinden sonra biyoteknolojik seralar, klonlama üniteleri, GDO derken neredeyse daha teknik bir anlatıma geçiliyor. Mafya, şiddet ve ölümlerle sona doğru ilerleniyor.

“Bugün”ü yazmak kolay değildir. Araya zaman girmesi, bir soğuma, sindirme süreci öğütlenir yazarlara. Latife Tekin bu öğüde uymadan, sıcağı sıcağına yoksulların fabrikalarda, köylerde, tarım işletmelerindeki hayatlarını yazmış, onların sözcüsü olmuş. İyi de yapmış. Sürüklenme’nin isimsiz anlatıcısı büyükannesi Christa’nın belleğini yitirmesiyle “kimsesiz ve hikâyesiz kaldığını“ söylüyor bir yerde. Latife Tekin, yoksulları “kimsesiz ve hikâyesiz” bırakmıyor. Doğayı da...