Günah keçisi yaratma, toplumdışı olanı teşhir etme çabasının bir tezahürü olan bu panik, linç ve sansürün muhafaza etme eylemlerine karşı farklı olmayı, toplum dışılığı, dünyayı değiştirmek istemeyi dert edinenlerin kesinlikle uyanık olması gerekiyor.

Linç ve paniğin gölgesinde sansür

DOĞUŞ SARPKAYA

Türkiye’de sansür matbaanın ilk kullanılmaya başlandığı günden bu yana var. Devletin eli her dönem yayın dünyasının üstünde olmuştur. Çoğunlukla “vatan haini” olarak etiketlenenlere karşı acımasızca sürdürülen sansür, yayınlama özgürlüğünü hiçe sayan bir baskı mekanizması oldu, olmaya da devam ediyor. Fakat bu yazıda sansürün devlet eliyle olanından çok daha sinsi bir şekilde hayatlarımıza sızanından bahsedeceğim. Sorumlu vatandaşların jurnalciliği ile işlemeye başlayan, demokrasi ve özgürlükleri yok sayan sansürden...

Son zamanlarda sıklıkla karşılaştığımız, günlük hayatımızın normaline dönüşen olaylardan biri de sosyal medya linçleriyle gerçekleştirilen yeni sansür biçimi. Bir gruba, kişiye, siyasi görüşe ya da duruma yönelen bu linçler, bir anda gelişen halk tepkisiyle gerçekleşiyormuş gibi görünüyor. Genellikle çocuk istismarını teşhir etme ya da küçükleri muzır neşriyattan koruma adı altında kötü edebi örnekler sosyal medya kullanıcıları tarafından yargılanmaya başladı. Bu yargılama kimi zaman öyle bir noktaya ulaştı ki yazara neyi nasıl yazması gerektiğini dayatan bir hadsizliğin de ortaya çıkmasına neden oldu. Genellikle süreç şu şekilde işliyor: Edebi olarak yargılanarak tarihin çöplüğüne gönderilecek eserler gündeme getiriliyor. Bu esnada daha nitelikli kitaplar da gündeme getirilip yazarın belli bir hizaya girmesi gerektiğinin altı çiziliyor.

LİNÇ MEKANİZMASI

2019 Mayıs ayında gerçekleşen Zümrüt Apartmanı linçi tam da bu tarz sansüre örnek olarak yaşandı. Abdullah Şevki’nin yazdığı, Kurgu Kültür Merkezi Yayınları tarafından 2013 yılında basılan Zümrüt Apartmanı kitabındaki bir öyküde “bir yetişkinin parkta karşılaştığı küçük bir çocuğa yönelik cinsel istismarının” anlatıldığı bölüm bir anda sosyal medyada gündem oldu. Kitap hakkında atılan binlerce tweet sonrasında kitabın yazarı ve yayıncısı gözaltına alındı ve haklarında dava açıldı. Bu esnada kitap, herhangi bir yargı kararı bulunmadan toplatıldı ve kitap satışı yapılan internet sitelerinde satışı durduruldu. Yazarın kirli gerçekçilik akımının takipçisi olarak yazdığını iddia ettiği satırların edebi olarak yetersiz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yazmak istediğiyle yazdıkları arasında da ciddi bir açı farkı olduğu da açık. Toplumsal gerçeğin içeriğin vahşileştirilmesi yoluyla açığa çıkarılması hedefini de ıskalamış Şevki. Akımın kendisi de tartışmalıyken, kirli gerçekçiliğin en kötü örneklerinden birine imza atması da başlı başına sorun. Fakat yine de yazarın yaşadığı linç için geçerli nedenler değil bunlar. Bu açıdan bakıldığında ilgili satırların edebi olarak yargılanması gerektiğini belirtmeliyiz. Zümrüt Apartmanı kitabı için yapılan linçin ise doğrudan “pedofiliyi meşrulaştırması ve özendirdiği” gerekçesiyle yargılanması ise sansürün başka bir yüzü olduğu açık.

Bu tarz durumlarla ilgili olarak asıl tartışmamız gereken şey, yazarı, yayıncısı, editörüyle birlikte bir kitabın yayımlanma sürecinin nasıl işlediği olmalı. Bir metin üzerine nasıl çalışılması gerektiği, edebi anlamda değer taşımayan bir kitabın yayımlanmasına neden izin verildiği konuları tartışılmadan bir ahlaki paniğe kapılmanın başlı başına sorunlu olduğunu belirtmeliyim.

Bu olayın sonrasında yaşananlar ise cadı avının sadece Abdullah Şevki için yapılmadığını gösterir nitelikte. Zümrüt Apartmanı kitabıyla ilgili pedofili suçlamaları sosyal medya gündemindeyken, bazı yazarların kitaplarından alıntılar yapılarak yeni linç kampanyaları başladı. Elif Şafak’ın Mahrem, Ayşe Kulin’in Gece Sesleri ve Duygu Asena’nın Paramparça kitaplarının toplatılması ve yasaklanması için sosyal medyadan çağrılarda bulunuldu. Bu çağrılar sonucunda bir işlem yapılmamış olsa da çocuk istismarının tartışılacağı her kitabın benzer “duyarlılıklarla” linç edilebileceğini de anlamış olduk.

Geçen günlerde Musa Dinç’in yazdığı çocuk kitabı ile başlayıp sonunda Ferhan Şensoy’a uzanan kampanyada da benzer bir süreç işledi. Musa Dinç’in yazdıklarının bir çocuk kitabında olmaması gerektiği bir gerçek. Ama bunu yargılayacak olanların yine eleştirmenler, editörler, edebiyat alanından kişiler olması gerekiyor. Aynı Zümrüt Apartmanı olayındaki gibi eski defterlerin açıldığı bir sürece tanık olduk. Ferhan Şensoy’un Elveda SSK kitabındaki hayvana tecavüz sahnelerinin paylaşılmasıyla birlikte yine benzer linç havası estirildi. Oysa Ferhan Şensoy, zamanında okur tepkilerine cevap olarak “Şükrü denyosunun roman karakteri olduğunu anlamıyorlar” diyerek durumu açıklamıştı.

AHLAKİ PANİK

Bu linçlerin nasıl bir motivasyonla gerçekleştiği konusu ayrıca incelenmeyi hak ediyor. Öncelikle şunu belirtelim: Kimi “duyarlılıklar” tam da zamanın ruhu denilen şeyle besleniyor. Dünyanın tamamında yaşanan politik anlamda sağa kayış, önyargıların artmasına, nefret söyleminin dizginsizce kullanılabilmesine olanak tanıdı. “Kasılan duyarların” toplumsal farkındalığı artırdığının düşünüldüğü eylemler de gerçekleşmiyor değil. Ama böyle durumların altını kazıdığımızda, genellikle, ahlakçı bir muhafazakârlığın tetikte beklediğini görüyoruz. Yukarıda verdiğimiz örneklerin görünüşte duyarlı vatandaşların eylemiyken birer cadı avına dönüşmeleri şaşırtıcı değil.

Özellikle medyanın büyük bir güç haline gelmeye başladığı dönemin eseri olarak ortaya çıkan bu tarz paniklerin, sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla linçciliğe evirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Stanley Cohen’in Halk Düşmanları ve Ahlaki Panikler kitabında açıkladığı gibi zaman zaman yaşanan ahlaki panikler, “bir durum, olay, kişi ya da grup toplumsal değerlere ve çıkarlara tehdit olarak tanımlanmaya başlar; söz konusu öznenin doğası medya tarafından sterotipleştirilerek belirli bir tarzda sunulur; ahlaki barikatlar gazeteciler, din adamları, politikacılar ve diğer sağ görüşlü kişilerle tahkim edilir; toplumda itibar sahibi uzmanlar teşhislerini ve çözüm önerilerini dile getirir.” Sonrasında ise bu ahlaki panik yavaş yavaş unutulur ya da sürekli görünür olmaya başlar. Ama her iki durumda da toplumda bir tortunun oluşması kaçınılmazdır. Bu tortu da toplumsal yaşamı gün geçtikçe gerileştirerek zehirleyen bir etkiye bürünür.

Son dönemdeki sansür talep eden ahlaki paniklerin de benzer bir süreç izlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bazı durumlarda sıradan bir vatandaşın bazense doğrudan iktidarın beslediği trollerin öncülüğünde gerçekleşen bu tarz linçlerin demokrasi ve insan haklarının temellerini oyduğunu görmemek için kör olmak gerekiyor. Günah keçisi yaratma, toplumdışı olanı teşhir etme çabasının bir tezahürü olan bu panik, linç ve sansürün muhafaza etme eylemlerine karşı farklı olmayı, toplum dışılığı, dünyayı değiştirmek istemeyi dert edinenlerin kesinlikle uyanık olması gerekiyor.