Kuvvetler ayrılığını yok eden ve ülkedeki bütün gücü tek kişiye teslim eden bir öneri nasıl yapılabiliyor, bazı siyasiler ve halkın bir kısmı bunu nasıl destekliyor anlayamıyorum

Livaneli: Soluk almakta güçlük çekiyoruz

MELTEM YILMAZ / @meltemmmylmz

Bu yıl sanatta 50. yılını kutlayan Zülfü Livaneli, son romanı “Huzursuzluk” ile okuyucuyla buluştu. Sanatsal üretim alanındaki başarısı kadar, siyasi duruşuyla da vicdanların sesi olan Zülfü Livaneli ile hem yeni romanı “Huzursuzluk”u hem de Türkiye’nin huzursuz atmosferini konuştuk.

“Genç Livaneli’ye bakınca, daha saf, daha umutlu, daha neşeli bir insan görüyorum. Özellikle ‘halk’a güvenen, ‘halk’ı, her türlü pisliği arındıran bir okyanus gibi düşünen genç bir insan... Ne zaman ki ‘halk’, ‘millet’ oldu, oturup yeniden düşünmeye başladık” diye konuşan Livaneli, şöyle devam ediyor:

“Bizi biz yapan insani değerleri unuttuk, referans noktalarımızı yitirdik. Fırtınaya tutulmuş, oradan oraya sürüklenen pusulasız bir gemi gibiyiz. Ruhumuz sertleşiyor, kabalaşıyoruz, dayanışmayı unutmaya başlıyoruz, kapitalizmin her birimizi köle haline getirdiğini bile göremiyoruz; çünkü ayağımızda pranga yok ama zihinlerimizde var.”

Anayasa değişikliği referandumunun Türkiye’deki kutuplaşmayı keskinleştirdiğine işaret eden Livaneli, “Herkeste bir ‘son hesaplaşma’ duygusu var. Bu ülkede insanlar nasıl tekrar yüz yüze bakacak, nasıl ortak bir yaşam oluşturacak bilemiyorum. Herkes birbirini o kadar çok kırıp döküyor ki…” diyerek, sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Referanduma doğru işler daha da sertleşecek gibi görünüyor. En korkuncu kan dökülmesi, ikincisi de birçok masum insanın hapsedilmesi. Ne yazık ki bu iki tehlikeden kısa sürede kurtulamayacağız gibi görünüyor.”

»Sanat yaşamınıza adım attığınız ilk günlere dönüp baktığınızda, umutları ve hayalleriyle nasıl bir Zülfü Livaneli vardı, bugün nasıl bir Zülfü Livaneli görüyorsunuz? Sanatla dolu 50 yıl size ne kattı, sizden ne götürdü?

5o yılda pek çok darbe, zulüm, baskı, sürgün gördük kuşkusuz, sessiz sitemsiz ölen arkadaşlarımız oldu, şarkılarımızın bazıları mahpus damında bestelendi ama hayat bundan ibaret değildi elbette. Dostluklar, kahkahalar, kitaplar, müzik, dayanışma geceleri, konserler, sabahlara kadar süren konuşmalar, bizden ve dünyadan birçok güzel insanla dostluk. Yani acısı, tatlısına karışmış bir hayat. Genç Livaneli’ye bakınca, daha saf, daha umutlu, daha neşeli bir insan görüyorum. Özellikle ‘’halk’’a güvenen, ‘’halk’’ı, her türlü pisliği arındıran bir okyanus gibi düşünen genç bir insan... Ne zaman ki ‘‘halk’’, ‘‘millet’’ oldu, oturup yeniden düşünmeye başladık. Bugün biraz daha yorgun ama hâlâ umutluyum.

»Bugün en çok neyi özlüyorsunuz?

Arkadaşlarımı özlüyorum desem...Yaşar Kemal, Abidin Dino, Uğur Mumcu, Onat Kutlar ve adını kitlelerin bilmediği birçok dost. Anılarımda hep onlar var. Hiçbirine rahmetli diyemiyorum, dilim varmıyor.

»Peki, bu 50 yılda anlatmak istediklerinizi anlatabildiniz mi?

İçimin türküsünü büyük kitlelerle paylaştım sanırım, onlara içimi döktüm ama hâlâ anlatacağım hikâyeler var. Bundan sonra sadece kitap yazmak istiyorum. Bir de içinde yaşadığımız acayip dönemin, bizim gibi insanlara yüklediği görevleri yerine getirmek. Bir sözüm var: Namuslu yaşayan insanların namuslu ölmek gibi bir sorumlulukları vardır. Size güvenmiş insanlara, son demlerinizde ihanet etmek kadar kötü bir şey yok.

Soluk almakta güçlük çekiyoruz

»Yeni romanınızda Mardinli Hüseyin ile IŞİD zulmünü misliyle yaşamış Ezidi kızı Meleknaz’ın hikâyesini okuyucuyla buluşturuyorsunuz. Romanın ismi neden “Huzursuzluk”?

Huzursuzuz da ondan. Yaşadığımız dönemin ve Ortadoğu’nun, Güneydoğu’nun romanını yazdım, başka bir isim uygun olmazdı herhalde. Hepimizi derinden etkileyen bir huzursuzluk var ortalıkta. Neredeyse elle tutulur bir şey. Havaya sinmiş, sanki şehirlerin üzerine bir battaniye örtülmüş, soluk almakta güçlük çekiyoruz. Onca sevdiğimiz ülkenin bu duruma sürüklenmesini anlayamıyoruz.

»Bu kitapta Ortadoğu halklarının gerçeğini görüyoruz: Savaş, çatışmalar, şiddet, taciz, tecavüz, kan ve gözyaşı. Öte yandan derin bir aşk. İnsan sormadan edemiyor: İçinde yaşadığımız coğrafya bizim şansımız mı şanssızlığımız mı? Ve siz, Batılı bir sanatçı olsaydınız şimdiki derinliğinizi kavramanız mümkün olur muydu?

Dün akşam, tekrar, kim bilir kaçıncı kez Proust okurken ben de bunu düşündüm. Onun anlattığı Paris kaygıları ile bizim hayatımız arasında nasıl da büyük bir uçurum var. Muhteşem bir üslup ama hep ‘’sosyete’’ gezmelerini, dedikodularını anlatıyor. Bizim böyle bir lüksümüz yok. Daha katı, daha acı gerçeklerimiz var, bunlara sırtımızı dönemeyiz. Ama bu durum bizi estetik arayışından, Proust gibi ustaların ince işçiliğinden ayrı düşürüp kabalaştırmamalı.

»Ülkemizde 3 milyondan fazla mülteci var, ancak biz bu insanların “insan” olduğunu neredeyse unuttuk, zira onları “mülteci” olarak görmeye fazlasıyla alıştık.

Haklısınız. Ben bu gerçeği yıllar önce yaşadım. 70’li yıllarda ben de mülteciydim, acısını çok iyi bilirim. Şu anda dünyanın en büyük sorunu bu. Ve evet; hepimiz ‘’mülteciler insandır’’ demek için ayağa kalkmalıyız. Musa da mülteciydi, İsa da, Muhammet de.

Bizi insan yapan değerleri unuttuk

»Peki biz başka neleri unuttuk?

Bizi biz yapan insani değerleri unuttuk, referans noktalarımızı yitirdik. Fırtınaya tutulmuş, oradan oraya sürüklenen pusulasız bir gemi gibiyiz. Ruhumuz sertleşiyor, kabalaşıyoruz, dayanışmayı unutmaya başlıyoruz, kapitalizmin her birimizi köle haline getirdiğini bile göremiyoruz; çünkü ayağımızda pranga yok ama zihinlerimizde var.

»Yazarlığınızı en iyi şekilde ifade ettiğinizi düşündüğünüz kitabınız hangisi?

Her yazar son romanını, en son doğan çocuğu gibi sever; ben de “Huzursuzluk”ta yazar olarak istediğim kıvamı yakaladım gibi. Okurlar en çok “Serenad”ı sevdi ama ben okuması biraz daha zor olan Konstantiniyye Oteli’nin edebi kalitesini iyi bulurum ve ileride daha çok okunacağını düşünürüm. Geçenlerde benim üstüme yapılan bir sempozyumda Profesör Onur Bile Kula bu kitabımı ‘’Senfonik roman’’ olarak niteledi ki doğru. Bizim şehrengiz geleneğine de selam duran bir çalışma bu.

»Romanlarınız pek çok farklı dile çevrildi. Türk okuru ile Batılı okur arasında bir karşılaştırma yaptığınızda, içerden bir benimseyiş mi yoksa dışardan bakış mı sizi daha fazla heyecanlandırıyor?

Elbette içerden benimseyiş daha değerli. Her yazar anadilinde var olur, eğer bir değeri varsa o dilde kalıcılaşır. Yabancı ülkelerde yayınlanıyor olmak hoş bir şey elbette. Düşünsenize Çin’de bile kitabınızı okuyup, çok ilginç sorular soruyorlar. Ama asıl olan kendi dilin, kendi memleketindir.

»Ancak bugün Türkiye, sanatçılar için pek de iç açıcı bir ülke gibi görünmüyor. Birçok sanatçı, iktidar korkusu nedeniyle susmuş ve sinmiş durumda. Bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?

Geçmişte de bunun örnekleri görüldü. Özellikle Hitler Almanyası’nda, McCarthy Amerikası’nda . Bazı sanatçılar sustu, bazıları rejimle anlaştı, bazıları da direnerek bedel ödedi. Sanatçıların tümünü susturamaz kimse ve sanat her zaman kendini duyurma olanağını bulur.

Referandum kutuplaşmayı keskinleştirdi

livaneli-soluk-almakta-gucluk-cekiyoruz-241922-1.

»Türkiye referanduma gidiyor. Siz, hem bir sanatçı hem de geçmişte siyasetçi yönü olan bir isim olarak, anayasa değişikliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sonuç ne olursa olsun bu referandum ülkedeki kutuplaşmayı biraz daha keskinleştirdi. Herkeste bir ‘’son hesaplaşma’’ duygusu var. Bu ülkede insanlar nasıl tekrar yüz yüze bakacak, nasıl ortak bir yaşam oluşturacak bilemiyorum. Herkes birbirini o kadar çok kırıp döküyor ki. Evet ya da hayır çıkması ülkenin yönünü belirleyecek. Kuvvetler ayrılığını yok eden ve ülkedeki bütün gücü tek kişiye teslim eden bir öneri nasıl yapılabiliyor, bazı siyasiler ve halkın bir kısmı bunu nasıl destekliyor anlayamıyorum.

»Sözünü ettiğiniz kutuplaşma Türkiye ile özdeşleşmiş durumda. Siz çözümü nerede görüyor, nasıl formüle ediyorsunuz?

Bir dönem Türkiye’de sağ-sol kutuplaşması vardı. Devlet bunu ‘’iti ite kırdırma’’ diye adlandırdığı bir politika ile iç savaşa çevirdi ve binlerce gencimizi yitirdik. 90’lı yıllarda ise sağ sol kutuplaşması dağılmaya ve yerini başka bir şeye bırakmaya başlamıştı. Ben de o tarihlerden itibaren ‘‘Dikkat edelim. Üç kutuplu bir Türkiye’ye doğru gidiyoruz’’ diye yazmaya başladım. Kastettiğim, dinci, laik ve Kürt kutuplaşmasıydı. O dönemlerde buna ihtimal vermeyenler bile sonunda gördü ki böyle bir keskin kutuplaşmanın içine düştük. Oysa demokrasi, etnik, dinsel ve milliyetçi temalara dayanırsa tehlike baş gösterir, çünkü bunlar çok temel ve kışkırtmaya çok açık duygulardır. Gerçek demokrasiler bu ögeleri siyaset dışı bırakır ve merkez sağ, merkez sol kanatları bulunan iki kanatlı bir kuş olarak uçar. Bizde de yapılması gereken budur.

Referanduma doğru sertlik artacak

»OHAL şartları altında üretmek zorlaşıyor mu? Zira sizin romanınızın afişleri de OHAL nedeniyle kaldırıldı.

Benim kitabın afişlerinin yasaklanması, diğer OHAL uygulamaları yanında sinek vızıltısı gibi kalıyor. Sözünü etmeye bile utanırım. Referanduma doğru işler daha da sertleşecek gibi görünüyor. En korkuncu kan dökülmesi, ikincisi de birçok masum insanın hapsedilmesi. Ne yazık ki bu iki tehlikeden kısa sürede kurtulamayacağız gibi görünüyor.

»Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yarıştığınız belediye seçimlerini yüzde 4, 89 oy farkı ile kaybetmiştiniz. O gün Erdoğan değil de siz belediye başkanı seçilmiş olsaydınız, bugün nasıl bir Türkiye’de yaşıyor olurduk merak ediyorum.

Benim için iyi olmazdı herhalde. Çünkü siyaseti sevmiyorum, o seçime de zorlayarak katmışlardı beni. Ama ülke için nasıl olurdu bilemem.

»Aynı zamanda UNESCO’nun iyi niyet elçiliği görevinde bulundunuz. Ancak görevinizden istifa ettiniz. İçinde yaşadığımız dönemde, “iyilik” neden bu kadar zor?

İyilik her zaman zordur, çünkü iyi insanlar genellikle tek tektir, oysa kötülük örgütlüdür. Gökteki yıldızları iyilik, hepsini kuşatan karanlığı ise kötülük olarak düşünün, ne demek istediğim daha çok ortaya çıkar.