Lübnan nüfusunun çoğunluğu yoksulluk içerisinde yaşarken ülkenin ana akım partileri ile burjuvazinin farklı fraksiyonları, özelleştirme süreçlerini ve bakanlıklar üzerindeki kontrollerini kendi patronaj ve yolsuzluk ilişkilerini güçlendirmek amacıyla kullanıyor.

Lübnan için ufukta felaket kapitalizmi gözüküyor

Joseph DAHER

Beyrut Limanı’nda 4 Ağustos’ta Lübnan tarihinde eşi benzeri görülmemiş büyüklükte bir patlama gerçekleşti. Lübnanlı, Suriyeli ve farklı milletlerden 180’den fazla insan hayatını kaybetti, 6 bin 500’den fazla kişi yaralandı ve 300 bin insan evsiz kaldı; başkentin merkez bölgelerinin tümü yıkıldı, ek olarak onlarca insanın akıbeti hala bilinmiyor.

Patlama, ülkeye gerçekleştirilen ithalatın yüzde 70’inin gerçekleştiği Beyrut limanını kullanılamaz hale getirdi. Patlama ayrıca Lübnan’ın stratejik öneme sahip buğday rezervlerini yok etti. Lübnan otoritelerine göre zararın boyutunun 15 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor.

DERİNLEŞEN BİR KRİZ

Patlama, Ekim 2019’da ortaya çıkan ve salgının etkisiyle derinleşen hali hazırdaki ekonomik krizi akıl almaz derecede daha da kötüleştirdi. Salgın döneminde yoksulluk oranı yüzde 55’e işsizlik oranı yüzde 35’e fırlamıştı.

Aynı zamanda birkaç aydır Lübnan para biriminin değeri baş aşağı düşmekte ve bunun sonucu olarak enflasyon yüzde 400’lerin üzerine çıkmış, toplumun emekçi kesimlerinin alım gücü çok büyük oranda azalmış durumda.

Para biriminin değerinde yaşanan kayıplar, tüketiminin çoğunluğu ithalata bağımlı olan ülkeyi derinden yaraladı. 2019 yılında, ülkenin gerçekleştirdiği ithalat, ihracatının 5 katını bularak ticaret açığını 16 milyar doların üzerine çıkardı. Bu değer kaybının sonucu olarak fiyatlar gitgide yükseldi ve tüketim ürünleri erişilemez hale geldi.

Birçok uluslararası kuruluşun ve devletin lideri 4 Ağustos’ta yaşanan patlamanın ardından Lübnan halkına desteklerini ilan etti. Buna rağmen önceki tecrübelerimizden bildiğimiz üzere, devletler ve uluslararası finans kuruluşları, bu şekildeki kriz durumlarını neoliberal programı derinleştirmek ve hâlihazırda devlet kontrolünde olan ekonomik sektörleri piyasaya açmak için fırsat olarak görürler.

MACRON’UN ŞOK DOKTRİNİ

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un inisiyatifiyle patlamadan birkaç gün sonra bir video konferans gerçekleştirildi. Konferansa otuz farklı Arap ve Batı ülkesinden temsilcinin yanı sıra IMF, Dünya Bankası, Uluslararası Kızılhaç, Avrupa Yatırım Bankası gibi uluslararası kuruluşların yetkilileri de katılım gösterdi.

Gerçekleştirilen konferansta yetkililer, Lübnan’a 252.7 milyon Avro tutarında acil yardım paketi konusunda anlaşma sağladı. Aynı yetkililer, Lübnan’a “kurumsal reformları” gerçekleştirmesi halinde milyarca dolar değerinde finansal yardım vaat ettiler.

Yaşanan trajedinin birkaç saat ardından Lübnan’a gösterişli bir ziyarette bulunan Macron, bu “kurumsal reformları” gerçekleştirme kapasitesine sahip bir hükümetin kurulması konusunda bir hayli ısrarcıydı. IMF direktörü, Kristalina Georgieva, Lübnan ve IMF arasında birkaç ay önce başlamış olan görüşmelerde yaşanan tıkanmanın aşılması için bu “reformların” hayata geçirilmesinin temel önem arz ettiğini ilan etti.

IMF, bu “reformların” hayata geçirilmesini, herhangi bir finansal yardımın önkoşulu haline getirdi. Buna benzer şekilde Nisan 2018’de düzenlenen ve toplamda 11 milyar tutarında borç ve hibe vaat eden CEDRE (Lübnan’ın Reformlar Aracılığıyla Kalkınması İçin Ekonomik Konferans) konferansının katılımcıları da IMF gibi ilgili tutarın devri için bu “reformları” önkoşul haline getirmişti. Bu tutarların devri karşılığında, Lübnan hükümetinden kamu-özel işbirliğini arttırmak, borç oranlarını düşürmek ve kemer sıkma önlemlerini uygulaması bekleniyordu.

Egemen konumdaki sekter ve burjuva politik partiler, aralarındaki düşmanlıklara rağmen bu önlemlerin uygulanmasında anlaşmışlardı. 2019’da ortaya çıkan protesto hareketinin sonucu istifa eden Saad Hariri liderliğinde ulusal birlik hükümeti bu partilerin hepsini içerisinde barındırıyordu.

Ülkenin 2020 bütçesi Dünya Bankası, IMF ve CEDRE konferansının gereklilikleri olan çok sayıda devlet kuruluşunun birleştirilmesi veya lağvedilmesi ve devlet kontrolündeki enerji sektörünün özelleştirilmesi gibi önlemleri içeriyordu. Bu politikalar, Lübnan’ın 1990’lı yıllarda iç savaşın sona ermesinden bu yana içinde debelendiği neoliberal politikaları daha da derinleştirmekten başka sonuca yol açmayacak.

NEOLİBERALİZM VE ORTADOĞU

Lübnan, iç savaştan sonra, Ortadoğu’da 1980’lerden beri süregiden küresel ekonomiye entegrasyon ve özel sektör öncülüğünde büyüme hedefleyen bir yol tutturdu. Bu neoliberal politikalar Lübnan’ın kökenleri eskiye dayanan karakteristik özelliklerini daha da etkin kıldı: Finans ve hizmetler sektörüne dayalı bölgesel ve bireysel düzeyde eşitsizliklerin bir hayli belirgin olduğu bir kalkınma modeli.

Lübnan Ortadoğu’da servet eşitsizliğinin en yoğun olduğu ve dünya çapında nüfusa oranla milyarder sayısının en çok olduğu ülkelerden biri. 2019 yılında ülkede bulunan yetişkin insanların yüzde 10’u ülkedeki servetin yüzde 70.6’sına sahipti.

MENA (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) bölgesinde başta endüstri, emlak ve finansal sektörde olmak üzere özelleştirmeler 1990’lı yılların erken döneminden itibaren neoliberal politikalarla başlamıştı. Son yıllarda uluslararası finans kuruluşları, kamu-özel işbirliklerini ve kamusal hizmetlerin özel sektör aracılığıyla yönetilmesini özelleştirmelerin yeni bir aracı olarak ön plana çıkardı, MENA bölgesi de bu konuda bir istisna teşkil etmiyor.

Bu uygulamaların güzel bir örneğini Avrupa Yeniden İnşa ve Kalkınma Bankası’nın (EBRD) 2011 yılındaki Arap ayaklanmaları ardından yürürlüğe koyduğu faaliyetleri teşkil ediyor. EBRD’nin temel görevlerinden biri altyapı yatırımlarında kamu-özel işbirliklerini (KÖİ) teşvik etmek olageldi. KÖİ modeli kamusal altyapı hizmetlerinin özel sektör tarafından işletilmesini hedefler(özellikle telekomünikasyon, elektrik ve sağlık sektörlerinde). Uluslararası finans kuruluşları, EBRD örneğindeki gibi bu hizmetlerin özelleştirilmesini borç vermek için bir önkoşul olarak sunarlar.

SUUDİ THATCHERİZMİ

Birçok Ortadoğu ülkesi kamusal hizmetlerin ve altyapı yatırımlarının özelleştirilmesi için KÖİ modeli çerçevesinde yeni yasalar çıkardılar. Suudi Arabistan’da Prens Mohammed Bin Salman tarafından öne çıkarılan Vizyon 2030 stratejisine göre KÖİ modeli ülke ekonomisinin temel yapıtaşlarından biri olarak kabul edildi. Vizyon 2030 stratejisi ardından sunulan, 2020 Ulusal Dönüşüm Programı, yeni Suudi liderliğinin ekonomi politikalarını detaylandırıyor ve özel sektörü Suudi ekonomisinin yeni baş aktörü olarak konumlandırıyordu.

Suudi hükümeti, başta emlak, eğitim ve sağlık sektörleri olmak KÖİ modeline geçiş planlarını duyurdu. Financial Times gazetesi bu planları “Suudi Thatcherizmi” olarak tarifledi.

Suudi Krallığı, ayrıca Covid-19 krizini, sübvansiyonlarda ve asgari yaşam yardımlarında kesintiler, katma değer vergilerinde yüzde 5’ten yüzde 15’e yükseltme gibi uygulamalar için fırsat olarak kullandı. Bu sırada, Krallığın varlık fonu Boeing ve Facebook gibi küresel ekonominin dev şirketlerine 8 milyar dolar tutarında yatırım gerçekleştirdi.

Benzer şekilde, Suriye yönetimi 2011 yılında iç savaşın başlamasının ardından neoliberal politikaların hızını arttırdı. İlk defa teklif sunulduğu tarihten 6 yıl sonra Ocak 2016’da KÖİ modeli ile ilgili yasayı yürürlüğe koydu. Yasa, özel sektörü, petrol sektörü hariç olmak üzere ekonomideki tüm sektörlerde kamusal varlıkları işletmek ve geliştirmekle yetkilendiriyordu. Şubat 2016’da yürürlüğe konan “Ulusal İşbirliği” olarak bilinen yeni ekonomik strateji, KÖİ modelini dayanak noktası olarak kabul ediyordu.

Bu bölgesel uygulamalar, ekonomik kriz ve salgın dönemlerinde daha fazla ortaya çıktılar. Bunlar, tek başına basitçe pragmatik veya teknokratik uygulamalar olarak görülemez. Esas olarak bu uygulamalar, sermaye birikim modelini dönüştürmek ve rejime bağlı ekonomik güçleri güçlendirmenin bir yolu olarak görülmeli.

KRİZİN BEDELİ

Lübnan nüfusunun çoğunluğu yoksulluk ve utanç içerisinde yaşarken ana akım Lübnan’ın ana akım partileri ve burjuvazinin farklı fraksiyonları, özelleştirme süreçlerini ve bakanlıklar üzerindeki kontrollerini kendi patronaj ve yolsuzluk ilişkilerini güçlendirmek amacıyla kullanıyor. Buna rağmen, Lübnan’daki egemen konumdaki tüm taraflar IMF ve CEDRE konferansı kararları konusunda ne kadar mutabık olsa da, Ekim 2019’da yaşanan krizden kaynaklı bir tartışma süregidiyor.

Bu tartışma, yeniden yapılandırma planlarının temelini oluşturulacakken hesaba katılması gereken Mayıs 2020 itibariyle 93.1 milyar dolar tutarında (Lübnan GSMH’nin yüzde 180’i) olan kamu borçlarının yarattığı kayıpların boyutu konusunda. Lübnan bankaları, 1990’lı yılların başından itibaren bir nevi Ponzi sistemi yürütüyorlar, bankalar, yüksek faizler teklif ederek dolar mevduatı toplayıp bu topladıkları mevduatları hükümete borç veriyorlardı, ta ki geriye borç verecek mevduat kalmayana kadar. Buna rağmen Hassan Diab hükümetinin sunduğu ekonomik iyileştirme planı çerçevesinde görevlendirilen bankalar ve Lübnan Merkez Bankası, kayıplar konusunda hiçbir sorumluluk almak istemiyorlar.

Bankalar ve Merkez Bankası bu tutumlarında Saad Hariri’nin (kendisi de bir banka sahibi) Gelecek Hareketi ve Nabih Berri’nin Amal partisi tarafından desteklendiler. Hükümet planına göre, bankaların borçları banka hissedarlarına devredilerek amorti edilecekti. Plan, bankaları sermaye artırımına yapmaya çağırıyor, bunu yapamayan bankaların ise sektörden silinmesi gerektiğini belirtiyordu.

Bankalar ayrıca bilançolarında bulunan işlemlerin parasal kaynağının izini sürmeyi sağlayacak olan yargı denetimini veya hâlihazırda bankalar tarafından fiilen yürürlükte olan sermaye kontrollerini yasal bir zemine kavuşturacak olan yasa değişikliğini de reddettiler.

Bazı politikacılardan aldıkları destek aracılığıyla, bankacılık sektörünün önde gelenleri sermaye kontrollerini içeren yasaların geçmesine direniyorlar. Bu sayede sıradan vatandaşlar kaç para çekebilecekleri konusunda kısıtlamalarla karşılaşırken varlıklı Lübnan vatandaşları, ellerinde bulundurdukları varlıkları offshore bölgelerinde değerlendiriyorlar.

Bankalar ve politik müttefikleri ayrıca önceki dönem hükümetin sahip olduğu borçların IMF’nin de tavsiye ettiği gibi Lübnan para birimi karşılığı ödenmesini kabul etmiyorlar. Lübnan bankaları, kamu borcunun yüzde 28.8’ine denk gelen 16.3 milyar dolar tutarında ABD Hazine tahvillerinin ve 10.5 milyar dolara denk gelen tutarda Eurobond’un sahibiler. (Borçlanma kâğıtları yabancı para cinsinden satışa çıkartılırlar.)

Lübnan bankaları genel olarak yaşanan ekonomik krizdeki büyük rollerini yok sayıyorlar. Buna karşılık protestocular son aylarda bankaların şubelerini ve genel merkezlerini hedef alıyorlar. Buna rağmen yakın zamanda Hariri liderliğinde yeni bir ulusal birlik hükümeti oluşması halinde bankaların eli güçlenebilir.

HEPSİ GİTMELİ!

Bu çerçevede, Macron’un ulusal birlik hükümeti çağrısı, tüm egemen güçleri, hâlihazırdaki sekter ve neoliberal politik sistemi ve ülke elitlerinin sosyal statülerini muhafaza etmek için bir araya getiriyor. Bölgede ve dünyada birçok devletin desteğini alan bu çözüm tasarısı, neoliberal reformların daha da derinleşmesine yol açacak.

Ek olarak bu politik formül 10 Ağustos’ta büyük protestolar sonucunda istifa eden Hassan Diab hükümeti sonrası, sekter ve burjuva partiler için de olumlu bir çıkış yolu. Bu partilerden bazıları, hâlihazırdaki sekter politik sistem çerçevesinde seçimler için çağrıda bulunuyor.

Bu bağlamda, erken seçimlere çağrıda bulunmak radikal değişim talebinde bulunan toplumsal güçler için bir tuzak. Var olan sekter sistemin koruyucusu olan ve gücü elinde tutan partiler şu anki en örgütlü ve Lübnan devletinin ve toplumunda en yerleşik konumdaki partiler.

Ayrıca bu partilerden bazıları dış güçlerden büyük destek alıyorlar; Hizbullah İran’dan, Gelecek Hareketi ve Lübnan Güçleri Suudi Arabistan’dan. Eğer protesto hareketi daha örgütlü hale gelmezse ve solcu ilerici güçler kitlelere alternatif bir plan sunamazsa, şüphesiz ki bu egemen güçler şu an için en avantajlı konumdalar.

Bu sekter partilerle beraber, emperyalist güçler, bölge devletleri ve uluslararası finans kuruluşları Lübnan halkının kriz döneminde gösterdiği çabaya karşı büyük tehdit oluşturuyorlar. Bunların hepsi Lübnan halkının düşmanı: Protestoların ana sloganın ortaya koyduğu gibi: “Hepsi gitmeli!”

Jacobinmag.com’dan çeviren Alp Ozan Gül

***


Macron'dan Lübnan'a ‘reform’ tehdidi

Lübnan'daki patlamanın ardından bu ülkeye ikinci ziyaretini önceki gün gerçekleştiren Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Lübnanlı siyasileri reformları biran önce hayata geçirmeleri konusunda uyardı. Cumhurbaşkanı Macron, "Üç ay içinde ülkeyi yeni bir rotaya sokmazlarsa yaptırımlarla karşılaşabilirler" dedi.