Kırk yılın başında da görsem ve hani akrabam olmasa, kapıyı açar mıydım kendisine bilmem; çünkü bu kadın bir felaket, bastonuna dayana tutuna kapı kapı dolaşmadığı kimse kalmıyor, ülkedeki tek sorunlu, kıygın(mağdur) sanki bir tek oymuş gibi, yakınmalarının ardı arkası kesilmiyor. Şimdi belli ki sırada ben varım.

“Çıldırmak üzereyim artık!” diyor. “Hayırdır? Şöyle bir otur, soluklan önce” diyorum. “Nesi, hangisi hayır, konu tek değil!” diyor yerinde duramayarak. “Taşınıyorum, gidiyorum bu Kadıköy’den!”

“Yapma yahu,” diyorum, “sen kırk yıldır bu yakada oturuyorsun.” “Kadıköy’de yaşamak ayrıcalıktır ha? Sen mi diyordun bunu?” “Yok canım ben...” “Kim diyorsa düşsün yakamdan ya!” Yaşlı maşlı ama kafası saat gibi çalışıyor, yakadan yakayı bağlıyor. “İyi de neden geçmek istiyorsun karşıya?” “Sen haberlere de mi bakmıyorsun? Yalnızca ben değil ayol, bir sürü insan göç ediyor Avrupa yakasına. Kentsel dönüşüm adı altında her yerde her saatte inşaat ve tabii gürültü; ama o ne kesilmez, durmaz, bitmez gürültü o öyle?!... Bir de ezan sesi. Şu zaten birbirlerine yakın neredeyse iç içe duran camilerden, biri başlayınca beş saniye sonra diğerinden, o hoparlörlerden yükselen sesler...”

“Bundan sızlanmana şaşırdım doğrusu,” diyorum.

“Haa şey demek istiyorsun, ‘sen, nasıl olur, inançlı birisin, orucunu tutar, evde namazını kılarsın’; evet öyleyim ama o hoparlörden gelen, sesi sonuna kadar açılmış kulaklarımda patlayan o bağırtılardan dinlemek istemiyorum ezanı... Bak aslında sesin kısılıp kısılmaması da değil, esas mesele...”

“Bir zamanlar Klasik Türk Müziği kurslarına da katıldığını anımsadım ya “ben pek anlamam da ama sen makamları iyi bilirsin,” diye giriyorum araya.

“Evet tam üstüne bastın,” diyor, “Bunamadım daha. Ezanlar sanat müziğimizde kullandığımız ses dizileri yani makamlarla okunurlar. Sabah ezanı, saba makamı ile okunmalı; öğle: rast; ikindi: hicaz; akşam: segâh; yatsı ezanı ise uşşak, beyâti makamları, aklımda kaldığınca. Değişik makamlarda okunmalarının nedenleri var elbette. Ama makamlarına uygun, doğru dürüst okunuyor mu sence? Ses güzel olmalı, ezan güzel okunmalı. Ah, dini müzikte hani nerede bir Kani Karaca?”
“Sen böyle deyince kiliseler geliyor aklıma” diyorum. “

Niye?” diye soruyor.

“Ses eğitimi alıyorlar. Çocukluktan başlıyorlar. Gençlik korolarında gelişiyorlar. Dini günlerinde, pazar ayinlerinde önemli bestecilerin yapıtlarını seslendiriyorlar kiliselerde. Dünyanın en yetkin sescileri, operacıların önemli bir bölümü oralardan yetişiyor. Konu konuyu açıyor da, bizde son durum inanılmaz!” “Neymiş o?” diye soruyor yine. “Yeni öğretmelikte (müfredat) Batı müziğine ve çoksesli müziğe neredeyse hiç yer verilmiyor. Yerine ilahiler ve salavatlar getiriliyor. Müzik eğitmenleri, tepki gösteriyor, ‘Müzik derslerini de din kültürü öğretmenleri versin o zaman!’ diyorlar... ” Hadi ben gideyim artık,” diyor. Ohh, atlattık diye geçiriyorum içimden. Eli kapının tokmağında, “Ne o,” diyor, “öyle pişmiş kelle gibi sırıtıyorsun?” “A-a, olur mu hiç...” “Olur olur, söyle ne?” “Açıkcası,” diyorum, “başımızda ne belalar dolaşıp dururken, sen sanki bu konulara çok takmışsın bence. Örnekse ezanın okunuşuna falan diyeceğim de...”

“Deme!” diyor kapıyı vurup çıkarken. Dışarıdan duyuyorum süren öfkesini, yere vuran bastonunun sesini: “Önemsizmiş! Ben buraya dertleşmeye geldim, ders almaya değil, makam bilmez cahil!...”