"Mapushane Kapısı": Bir resim, bir şiir ve bir ezgi

SERHAT HALİS

Han Hanedanlığı dönemindeki eski Çin’de devlet memurlarından, işe alınmadan önce şiir yazmaları istenirdi. Adaylar, yazdıkları şiirlere göre memuriyet hakkı kazanır ya da bu hakkı kaybederlerdi. Bu şiirler genellikle manzara tasviri ya da bir resmin şiire dökülmesinden oluşurdu. Elbet bir manzaranın ya da çizilmiş bir resmin tasvirini yapan şiirler yazmak ustalık gerektirir. Bu yüzden olsa gerek, bu zorluğu aşan “iyi şairler” ancak memur olabilmeye hak kazanıyordu eski Çin’de.

Çizilmiş bir resmin şiirini yazmak, derin bir imgelem dünyasına sahip olmakla, yani “büyük şair” olmakla da iltisaklı bir durum. Kuşkusuz bizde “büyük şair” dendiğinde akla gelen ilk isim Nazım Hikmet’tir ki kendisi çizilmiş resimlere şiirleriyle yeniden yaşam vermiş ender şairlerdendi. Onu büyük şair yapan şey bu değildi elbet; ama bu şiirler onun büyük şair oluşuyla hayat buldu.

Özellikle İbrahim Balaban’ın çizdiği “Mapushane Kapısı” adlı resmi, aynı isimle şiirinde yeniden canlandırması, akıllardan çıkmayacak kadar etkilidir. Bu etkinin bir nedeni de Balaban’ın tablosunun son derece vurucu olmasıydı. Balaban tüm birikiminin yanında hayatının tüm acılarını da tablolarına nakşetmiş bir sanatçıdır; resimlerinin vuruculuğu da buradan gelir.

Daha on yedi yaşındayken tutuklanan Balaban, üç ay hapis ve on altı bin lira para cezası alacak; ancak para cezasını ödeyemediği için üç yıl hapis yatmak zorunda kalacaktır. Bu hapislik, hayatının seyrini tamamen değiştirir; zira bu üç yıllık süreçte cezaevinde bazı düşmanlar edinir. O düşmanlar ki cezaevinden çıktıktan sonra da Balaban’ın peşini bırakmazlar ve Balaban’ın evlendiği gün, düğün gecesini basarlar.

1942 yılının sıcak bir yaz gecesi düğününü basan hasmına sıktığı kurşunlar, Balaban’ı “eli kanlı” biri olarak hapse geri yollayacaktır. Yeni ikametgâhı Bursa Cezaevi’dir. Bu noktada bir an için belki döneminin en ‘şanslı’ mahpuslarından sayabiliriz kendisini; çünkü bu cezaevinde Nazım Hikmet’le tanışacak ve onun tedrisatından geçecektir. Hem bunu yaparken de yalnız değildir, ileride tanınmış bir edebiyatçı olacak Orhan Kemal de oradadır. Nazım Hikmet, hapislik koşullarını değerlendirip; Orhan Kemal’i bir öykücü, İbrahim Balaban’ı ise ressam olarak yetiştirmek niyetindedir.

Nazım ile Balaban arasında geçen o ünlü diyalog da işte bu sırada gerçekleşir: Nazım’a; “Sen beni çıraklığa kabul ediyor musun” diye soran Balaban’a Nazım; “Asıl sen beni ustalığa kabul ediyor musun” diyecektir. Balaban Nazım Hikmet’le geçirdiği bu yılları daha sonra, “Şair Baba ve Damdakiler” isimli kitabında etraflıca anlatır.

Balaban önceleri resimlerini, zeytinyağına bandığı renkli kalemlerle yapar. Böylece yağlı boya efekti verir tablolarına. Nazım’ın katkılarıyla ise artık gerçek yağlı boyalarla resim yapmaya başlar ve böylelikle profesyonel ressamlık hayatına da adım atmış olur. Bu sırada yaşadığı mutluluğu ilerde kitaplarında anlatacaktır.

Ancak acılar Balaban’ın peşini bırakmaz. Hapishanede önce babasının, hasımları tarafından vurularak öldürüldüğü haberini alır. Çok değil, bundan bir süre sonra karısının doğum esnasında yaşamını yitirdiğini öğrenecektir. Çok geçmeden, annesiz kalan bebeğinin de öldüğü haberiyle sarsılır. Bu son olayla birlikte Balaban iyice acı girdabına çekilir. Bu andan sonra duyguları sanatına da yansıyacaktır.

“Hapislik”, “kadın” ve “çocuk” temalarını işlediği “Mapushane Kapısı” isimli eseri, bugün onun en çok bilinen yapıtlarındandır. Balaban bu tablosunda, mahpushane ziyaretine gelmiş, mahpushanenin dış kapısı önünde bekleyen altı kadın ve onların çocuklarını resmeder. İşte bu ünlü yapıt, daha sonra Nazım tarafından şiirleştirilir. Nazım, Balaban’ın toplamda üç tablosu için şiir yazar. Bunlar; “Bahar”, “Mapushane Kapısı” ve “Harman” isimli tablolarıdır. Kuşkusuz “Mapushane Kapısı” bunlar arasında en bilineni olacaktır. Şöyle der bu şiirinde Nazım;

“Altı kadın vardı demir kapının önünde / Ayakları sabırlı, ellerinde keder
Sekiz çocuk vardı demir kapının önünde / Cin gibi bakıyor kundaktakiler”

Böylelikle Balaban’ın ellerinde hayat bulan bu güzel resim, Nazım’ın şiirinde bir kez daha yenilenir. Bir tablonun şiire aktığı, bir öykünün iki sanat mecrasında hayat bulduğu estetik bir bileşkeye döner sanat burada. Nazım’ın bu şiiri daha sonra onlarca mahpus yoldaşına ilham olur, nice dilde söylenir, mum ışığının aydınlattığı gecelerde, pek çok odaya ses olur. Balaban’ın tablosuyla hiç karşılaşmayanlar, Nazım’ın şiiriyle o resmi görürler artık. Böylelikle bir resim, dizelerin içinde binlerce insana ulaşan bir görüngüye dönüşür. Sadece bir görüngüye mi, elbet değil…

Nazım’ın dizeleriyle bir kez daha hayat bulan o resim; daha sonra bu dizeleri içli bir ezgiye çeviren Yeni Türkü’nün şarkısında tekrardan yeşerecektir. Adını İspanyolca “yeni türkü” demek olan “Nueva Cancion” müzik hareketinden/ekolünden alan grup, ilk albümü olan Buğdayın Türküsü’nde Nazım’ın Balaban’ın eserinden yola çıkarak yazdığı “Mapushane Kapısı” isimli şiiri besteleyerek, ona bir kez daha nefes verir.

1979 yılında Ankara’da kayda alınan Yeni Türkü’nün “Buğdayın Türküsü” isimli bu ilk albümü; Can Yücel'in "Sardunya'ya Ağıt" ve "İşçi Marşı", Kemal Burkay'ın "Sonbahar'dan Çizgiler", Yaşar Miraç'ın "Bekçi Kazım'ın Türküsü", "Özgürlük", "Bir Ölü Daha Geçti" ve Nazım Hikmet'tin "Beyazıt Meydanı'ndaki Ölü” ve "Mapushane Kapısı" şiirlerinin bestelendiği ezgilerden oluşur.

Albüme adını veren “Buğdayın Türküsü” ise, Şilili komünist şair Pablo Neruda'nın "Canto General" isimli yapıtındaki "El Fugitivo" (sığınmacı) bölümünden alınmış bir şiirdir. Böylelikle bu albümde dünyanın tanıdığı iki büyük şair, iki yakın dost, Pablo Neruda ve Nazım Hikmet yıllar sonra tekrar buluşur. “Nazım'a sahip çıkın, biz onun yanında şair bile sayılmayız” diyen Neruda, Hikmet’in ölümünden sonra onun için yazdığı şiire; bir yakarışla, bir sitemle, “Niçin öldün Nazım?” diye başlayacaktır. Bu sitem, iki büyük şair arasındaki dostluğun şanındandır biraz da…

Şanlı bir geçmişleri olan Nazım’ın ve Neruda’nın şiirlerini bir albümde buluşturan Yeni Türkü grubu, böylelikle her iki şaire ait şiirlerin Türkiye’de daha geniş bir çevreye ulaşmasını sağlar. Bununla beraber, albümde Nazım’ın Balaban’ın tablosundan ismini alan “Mapushane Kapısı” adlı şiiri, Balaban’ın aynı isimli tablosunun da geniş kalabalıklar tarafından görülmesi anlamına gelir.

Grubun kurucu üyelerinden Selim Atakan’ın o enfes bestesi, bu resme ve şiire yaraşır bir estetik derinliğe sahiptir. Her ne kadar Yeni Türkü’nün bu albümü daha sonra yasaklanacak olsa da, bu şarkı çoktan yatağını bulmuş ve insanlara ulaşmıştır. Böylelikle bir duygu; önce bir resim, sonra şiir ve en sonunda da bir ezgi ile milyonların gözünde canlanır...

“Mahpushane Kapısı” 3 ayrı sanat kolunda ifadesini bulmuştur artık. Hepsi birbirinden başarılı bu üç sanat eserinin finali ve belki de en vurucu kısmı ise Nazım Hikmet imzası taşır:

“Altı kadın vardı demir kapının önünde
Ve demir kapının ardında beş yüz erkek vardı efendim
Altı kadından biri sen değildin ama
Beş yüz erkekten biri bendim”