Cenk Ağcabay’ın geniş kapsamlı çalışması Marksizmin Doğu’ya Açılışı Marksizmi hem savunanların hem de eleştirenlerin uzun zamandır meşgul olduğu sorulara önemli yanıtlar veriyor.

Marksizmin Doğu yolculuğu

KARDELEN TATAR

Sömürgecilik tarihi ve Marksizmin doğuya göçü gibi konular gerek Türkçe literatürde gerek yabancı dilde oldukça az sayıda çalışma tarafından ele alındı. Marksizmin Doğu’ya Açılışı, bu alanda oldukça kapsamlı bir katkı niteliği taşıyor. Ağcabay ile yeni kitabını konuştuk.

Kitapta birbiriyle ilişkileri içinde sömürgecilik, savaş ve devrim süreçlerinin geniş kapsamlı bir tarihsel analizi var. Bu analizin günümüz dünyasıyla ilişkisi nedir? Önsözde bu ilişkiyi 2020 yazında Amerika’da bir siyah insanın polis tarafından öldürülmesi üzerine gelişen kitlesel adalet arayışı üzerinden kuruyorsunuz. Bunu açar mısınız?

2020 yazında adalet arayışıyla gelişen büyük eylemlerle adeta tarihe yeni bir yolculuk başladı. Dikkat çekici olan, adalet arayışının merkezine kentlerde uzun yıllardır yerinde duran anıtlar ve büstlerin yerleşmesiydi. Amerika’da başlayan eylemlerin hızla İngiltere, Fransa, Hollanda, İspanya ve İsviçre’ye yayılması bu ülkelerin geçmişine yeni bir pencereden bakmayı olanaklı kıldı. Adalet arayan kitlelerin bu ülkelerde kentlerin en görünür yerlerinde bulunan heykel ve büstlere yönelmesi boşuna değildi. Bu heykel ve büstlerle onore edilmiş insanlar, o ‘ulus’u ya da ‘medeniyeti’ temsil ettiklerine inanıldığı için oradaydılar. Sözü edilen ülkelerin bu saygın temsilcilerinin servetlerini köle ticareti ve köle emeği sömürüsüne, yerli halklara uygulanan acımasız şiddet sonucu gerçekleşen katliamlara borçlu oldukları bu eylemlerle hızla görünür hale geldi. Bu eylemlerde hedef alınan heykel ve büstler bir bakıma Marks’ın Kapital’de vurguladığı bir tarihsel gerçeğin en belirgin ifadesiydi. Marks Kapital’de sermayenin dünyaya “tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulaşmış olarak” geldiğini yazmıştı. Bu ülkeler kapitalist anayurtlardı, doğal olarak, bu ülkelerin sermaye sahiplerinin ilk birikim süreçleri devasa boyutlarda “kan ve pislik” üretmişti. Kapitalist anayurtlarda sermaye hâkimiyeti son derece güçlü mekanizmalarla örüldüğü için akıtılan kan ve yaratılan pislik büyük ölçüde görünmez hale gelmişti. Modern İsviçre’nin ‘babası’ olarak anılan ve senelerdir kentin en kalabalık, hareketli caddesinde bronz büstüyle arzı endam eden Alfred Eschner’in büyük servetinin kaynağında Küba’da siyah kölelerin zorla çalıştırıldığı bir plantasyon ve katledilen Amerikan yerli halklarının topraklarının alım satımının bulunduğu daha önce kimi solcu tarihçiler tarafından ortaya konulmuştu ancak bu gerçeklerin ülkede daha geniş kesimler tarafından konuşulur ve tartışılır olmasını 2020 yazında Eschner’in büstünün kaldırılması talebiyle başlatılan eylemler sağladı.

Kitabın bir bölümünde ‘bilimsel’ ırkçılığın tarihini tartışıyorsunuz. Irkçılık son yıllarda yeniden güçlendi, bu çerçevede, 19. ve 20. yüzyılda ırkçılığın gelişimi ve bunun ekonomik, siyasi temelleri hakkında neler söylersiniz?

Irkçılık 19. ve 20. yüzyılda korkunç sonuçlar doğurmuş bir egemen sınıf ideolojisi. Kapitalist sömürgeciliğin ve köle ticaretinin gelişmesinden ayrı ele alınması mümkün değil, kapitalizmin gelişme ve yayılma süreçlerinde şekillenmiş. Bunu özellikle vurgulamak lazım çünkü kölecilik kapitalizme has değil. Tarihin farklı dönemlerinden belirli coğrafyalarda var olmuş bir sömürü biçimi. Antik Yunan ve Roma medeniyetleri köle emeği sömürüsü üzerine inşa edilmişti ancak bu sömürü ilişkisi ve tahakküm ırkçı bir ideoloji yaratmamıştı. Ten rengi ya da kimi biyolojik farklılıklar o dönemde kölelikle özdeşleşmemişti. Roma tarihinde birkaç siyahın devletin en tepesine yükseldiği biliniyor. Bugün İngilizce ve Almanca da köle anlamına gelen sözcüklerin kaynağı ‘Slav’ sözcüğüdür. Daha ziyade Slav halklardan insanların köleleştirilmiş olması sözcüğün kaynağını açıklıyor. Belirli koşulların sağlanması durumunda kölelerin özgürleşebildiğini ve Roma’da özgürlüğünü kazanmış kölelerin büyük servetler kazandığını, üst düzey devlet görevlisi konumuna yükseldiğini biliyoruz. Köle emeği sömürüsünün plantasyon ekonomileriyle kazandığı biçim zaman içinde kölelikle siyahlığın efendilikle beyazlığın özdeş görülmesine yol açan bir ideoloji olarak ırkçılığın zeminini oluşturdu. Avrupa’nın sömürgeci kapitalist devletlerinin sömürge seferleriyle dünyanın dört bir yanını fethe çıkması ve fethettiği ülkelerin halklarına köleliğe yakın koşullar dayatması ırkçılığı besleyen bir diğer önemli etkendi. Avrupa’da iktidarını kaybetmekte olan aristokrasi burjuva devrimlerine karşı geliştirdiği gerici tepkiyi kimi zaman ırkçı temalarla süsledi. Kaybetmekte olduğu ayrıcalıklarının kaynağının ırksal köklerinde bulunduğunu iddia etti. Tüm bunlar, faşist Nazi rejiminde doruk noktasına ulaşacak ırkçı gericiliğin zaman içindeki gelişimine katkı sundular.

Kitabınız emperyalizmin ‘sürekli savaş’ politikasının altını çiziyor; Marksist hareketin emperyalist savaş karşısındaki farklı tutumlarını ve 1914’te yaşanan büyük bölünmeyi tartışıyorsunuz. Marksizm’in Doğu’ya yolculuğunda Ekim Devrimi ve Komünist Enternasyonal’in kuruluşunun önemini belirtiyorsunuz. Bu yolculuk ne tür sonuçlar doğurdu?

Siyasal Bilgiler Fakültesindeki ilk yılımda Siyaset Bilimine Giriş adlı bir ders almıştım. Genç bir Marksist öğrenciydim. Hocamız ABD’den yeni dönmüş bir liberal siyaset bilimciydi. Derste Marks’ın siyaset teorisi başlığı altında da bir şeyler anlatıyordu. Burjuva akademide Marks’ı çürütmek için kullanılan standart formülle işi bitiriyordu. Marks diyordu, “büyük sanayi ülkelerinde gelişecek bir işçi devrimini siyasi teorisinin merkezine yerleştirmişti”. Oysa diyordu, “Hiçbir büyük sanayi ülkesinde bir işçi devrimi gerçekleşmedi. Liberal demokrasinin sunduğu olanaklar işçilerin siyasi yaşama barışçıl bir tarzda katılmasını sağladı.” Ona göre, kanlı devrimler liberal demokrasi birikiminin çok zayıf, çatışmacı politik kültürlerin belirleyici olduğu ülkelerde gerçekleşmişti. Siyaset sınıf çatışmasına değil, ülkenin politik kültürüne bağlı olarak ele alınmalıydı. Marksizm, Batı Avrupa’da gelişen kapitalizmin yarattığı proletaryayla burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini kavrama arzusuyla doğdu. Doğal olarak Avrupa merkezliydi ve fakat aynı zaman kesiti içinde Avrupa kapitalizmi sömürgeci seferleriyle dünyaya yayılıyordu ve kapitalizm-öncesi toplumların yapılarını dönüştürme yolunda adımlar atıyordu. Avrupa kapitalizminin seferleri ve bu toplumları dönüştürme hamleleri önemli sonuçlar yaratıyordu. Avrupa merkezli Marksizm’in Doğu’ya yolculuğu esas olarak bu gelişmenin ürünüydü. Marks’ın çalışmalarında Doğu’ya daha fazla yer açmaya başlamasının sömürge ülkelerdeki ilk büyük isyanlarla eşzamanlı oluşu konunun siyasi yönünü açıklıyor. Öte yandan kapitalizmin yayılmasıyla oluşan dünya pazarı ve dünya pazarının farklı parçaları arasındaki ilişkileri kavrama çabası bu yolculuğun bir diğer boyutunu oluşturmuştu. Metropollerle sömürgeler arasındaki ilişkiler konusunda Marks ve Engels’in yazdıklarının zaman içinde yaşadığı önemli değişimi kitapta ayrıntılı olarak göstermeye çalıştım. Bu konu önemliydi çünkü Marksizm’e yönelik haksız eleştirilerin genelde odaklandığı bir noktayı oluşturuyordu.

Marks ve Engels geliştirdikleri öğretinin bir ‘dogmalar koleksiyonuna’ dönüştürülme tehlikesine dikkat çekmişlerdi. Bu gerçekleşti, Marksizm Avrupa Sosyal Demokrasisinin elinde teoride bir ‘dogmalar koleksiyonu’, politikada devrimsiz bir evrimcilik halini aldı. Lenin önderliğindeki Bolşevikler zorlu koşullar altında Ekim Devrimini gerçekleştirerek Marksizm’e taze bir nefes üflediler. Komünist Enternasyonal’i kurarak Marksizm’i Doğu’ya taşıdılar. Bu önemli gelişmeyi kitapta göstermeye çalıştım.