Marmara'nın incisi Adalar'ın dayanılmaz yükü
Fotoğraf: BirGün

Tekin DENİZ

Bir yaz günü durup da Adalar iskelesini seyrettiğimizde, iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık, yan yatmasına ramak kalmış bir Ada vapuru ve nefes almayı dahi zorlaştıran ağır bir koku duyarız. Yaz günleri kendi nüfusunun 10-15 katı nüfus alan bu el kadar Adalar topluluğu, sırtına çekemeyeceği bir yük bindirilen yaşlı bir hayvana benziyor. Hani insanın: “Etmeyin yahu günahtır, garibim bari son günlerini huzur içinde yaşasın!” diyeceği geliyor ama ortada bir çift kulak bulabilirsen anlat… Neler düşünülmedi ki adaları bu kontrolsüz kalabalıktan ve “nüfus saldırısından” korumak için! Adalara giriş vizeye bağlansın bile dendi.

Peki Avrupalıların “Prens Adaları” şairlerin “Marmara’nın incisi” dedikleri ve Yahya Kemal’in bir şarkısından sonra “İlahi” vasfını alan Adalar ne oldu da kocaman bir beton yığınına, çirkin bir motorlu taşıtlar gürültüsü tehlikesine itildi? Bunları sormak lâzım. Sorarken de insanı ve boşluğunu aramak, anlamak lâzım. 

Gerek Fatih’in İstanbul’u kuşatması, gerek Patrona Halil isyanı sırasında Adalar, can korkusuna düşen azınlıkların sığındıkları güvenli bir yer olmuştu. Çok değil, yakın zamana kadar da Müslüman olmayan yurttaşların yoğun yaşadıkları bir ilçeydi. Zaten Adalar denilince akla çoğunlukla ekalliyetler gelmez mi? Ermeni, Rum, Yahudi vatandaşlarımızın yaşadıkları bir güzel belde gelmez mi? Bir kentin, bir muhitin yapısını, mimarisini, dokusunu ve kokusunu değiştirmenin en güçlü adımı oradaki demografiyle oynamak, buraların ruhunu bozmak değil midir? Bu bilinçli bir politika mıydı değil miydi tartışılsın dursun, bugün Adaları ada yapan insanların tek tek yok olduklarını açık bir şekilde görebiliyoruz. Adaların asırlık sahiplerinin mimarilerini, tavırlarını, ada hayatı anlayışlarını bugün bile az kalan izlerine bakıp ayırt edebiliyoruz.

NASIL NEFES ALACAKLAR

Doğal ve kültürel miras dediğimiz mefhumlar, üzerlerinden kâr etmemiz için orada duran değerler midir? Ormanı yok edip yerine bir milyon saksı koyduğumuzda orman yine orada mıdır? Büyükada Rum Yetimhanesi’ni yıkıp yerine plaza diktiğimizde veya burayı otele çevirdiğimizde orayı korumuş mu oluyoruz? Sadece insanlar mıdır Adalarda hakkı olanlar? Peki ya o güzelim leylek sürüleri nereye konacaklar göç vakitleri? O tepeleri inşaatla doldurduğunuzda, ada sokaklarını vızır vızır işleyen otomobillerle kilitlediğinizde; Martılar, Karabataklar, İbibikler, Sığırcıklar nasıl nefes alacaklar?

Ekolojik Ayak İzi söylemi, 1990’lı yılların başında Mathis Wackernagel ve William Rees tarafından geliştirilmiş bir ekolojik muhasebe ölçütüydü. Muhasebe yapmadan inşaat dikenler, kontrolsüz bir nüfus dağılımına sebebiyet verenler, aslında tutundukları dalları kesiyor, evdeki hesabı doğru düzgün yapmadan çarşıya gidip hepimizi doğal ve kültürel bir iflasa sürüklüyorlar.

Bakın William Rees: “Akıllı bir sosyal türün, sınırlı bir gezegende potansiyel olarak tehlikeli yayılmacı eğilimleri dizginlemek için kültürel engeller tasarlaması beklenir. Ancak şaşırtıcı bir şekilde durum tam tersi” diyor. Bugün mimarisiyle ve görünüşüyle neredeyse tüm illerimiz aynı beton yığını, aynı yoz kültürle tek tip bir modele oturtulmuş durumda. Şayet Adalara söz konusu imar değişikliği gelir ve uygulanırsa Mecidiyeköy ile Burgazada arasında pek bir fark kalmayabilir. Hayır, bu bir şaka değil.

Adaların bu imar değişikliklerinden sonra neye benzeyeceğini tahayyül etmek isteyenler, bir kuş uçumu mesafeden kolayca görülebilen şu ucube hâldeki sözde “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” denen yere bakabilirler.

Sait Faik, ünlü “Son Kuşlar” isimli hikâyesinde bize:

“Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi” diye sesleniyordu. Bu yazarlar müneccim midirler, yoksa insanlık olarak tarihten hiç ders almadığımız için hep aynı şeyleri mi yaşayıp duruyoruz bilemiyorum ama bugün ne yazık ki Sait Faik’i ve onun kurduğu bu dünyayı yıkıp yok etmek isteyenler var karşımızda.

BU ÜLKE BİZİM

Adalara kıymak demek, buradaki asırlık belleğe ve onun taşıdığı kültürel ve doğal mirasa kıymak demektir. Ne Türkiye’nin, ne de dünyanın bu tarz tahribatlara gücü yok. Gezegenimiz “İmdat!” diye bağırırken, rant hırsıyla onun boğazına sarılanlara "dur" demek, her şeyden önce bir vatandaşlık ödevidir. Çünkü bu ülke her karışıyla bizim, hepimizin. Şayet aklımızı başımıza almazsak, yakın bir gelecekte geriye Adalar diye bir yer kalmayacak. Adaları kurtarmak mümkün. Yeter ki bunu hep beraber gerçekten isteyip harekete geçelim.