Louis Althusser: Diğer felsefeler trene kalkış istasyonunda biner, kompartımanlarına yerleşir ve tren varış istasyonuna gelinceye kadar orada kalırken, materyalistfelsefeler her zaman trene harekethalindeyken binerler

Materyalist felsefe: Bir tren yolculuğu

Andaç Yazlı

Eleştirel düşünce ve pratiğin en ‘sahih’ ifadesi olarak kabul ettiğimiz felsefenin kendi tarihsel birikim sürecinde sürekli içsel ve dışsal çatışmaların ana odağında bulunan bir yapı olduğu fikri genelde görmezden gelinir. İçsel ve dışsal denilmesindeki kasıt; toplumsal ve sınıfsal kategorilerde süregiden çatışmaların, felsefenin kendi ‘iç meseleleri’ne dönük tezahürü olarak, onu her türlü insan etkinliğinin odağına yerleştirmesi. Bu yüzdendir ki, bir felsefi geleneğin olanakları üzerine düşünmek bizi birçok açıdan girift bir mekanizmanın, bir tarafıyla sorunlar silsilesinin içine çekiyor. Hele ki bu gelenek; içinde yer aldığımız eleştirel sol düşüncenin -en azından 19.
yüzyıldan bu yana- anlam, arayış ve pratiklerini bir bütün olarak temellendirdiği materyalist geleneğin kendisi ise.

Söz konusu geleneği daha iyi anlamak için öncelikle onu çeşitli felsefi bağlam ve teorilerle etkisiz kılmaya, iktidar ve güç parametrelerinde mevzilenerek saldırının başat hedefi haline getiren idealist felsefesinin ışığında yeni baştan düşünmemiz gerekecek. Bir başka deyişle, materyalist felsefenin idealist felsefe tarafından hangi argüman ve araçlarla etkisiz kılınmaya çalışıldığını göstermemiz gerekecek. Böylece en baştan felsefeyi Kant’tan ilhamla bir ‘kampfplatz’ yani savaş alanı olarak tarif ederek işe başlamış oluyoruz. Bu vesileyle felsefe tarihini toplumsal mücadeleler hattında ivme kazanan sınıf savaşının bir izdüşümü olarak kurmak ve onu bu şekliyle açıklamak aynı zamanda birbiriyle savaşan iki kampı da karşı karşıya getirmeyi zorunlu kılıyor:

Materyalist ve idealist kamp. Şu şekilde bir soruyla başlayabiliriz: Bir siyasal tavır, duruş ve konumlanışın kendisi olarak kodladığımız materyalist felsefenin tüm kaleleri bir başka felsefi gelenek tarafından (idealist felsefe), bizatihi felsefe içerisinden, felsefenin kendi yöntem ve araçlarıyla kuşatılmış ise ne yapmak, nasıl bir ‘felsefi’ direnç geliştirmek gerekir? İşte Louis Althusser’ in 26 bölümden oluşan ‘Felsefede Marksist Olmak’ isimli metni böylesi bir sorunun karşısına ‘felsefenin hiçbir şekilde masum olmadığı’ fikri ile çıkıyor. Felsefeyi dar bir alanda icra edilen teorik bir üretimin nesnesi olmaktan çıkarıp onu “bütün bu parlak ve ince düşüncelerin ufkunda beliren reel dünyası”nı “insanların ve kavgalarının” yani “sınıf mücadeleleri dünyasına” yerleştirerek materyalist bir geleneğin savunusuna soyunuyor. Tabi tüm bunları yaparken egemen sınıfların kendini üretmedeki karmaşık süreçleri idealist felsefenin ‘doğasında’ arayarak; iktidar kurma ve sömürü biçimlerine ne yönde etki ettiğini sorgulayarak ama en önemlisi ona karşı geliştirilebilecek felsefi müdahale(ler) alanının nasıl yaratılacağına kafa yorarak devam ediyor.

Tren metaforu
Burada ilk olarak üstünde durmak istediğim Althusser’in idealist felsefe ile materyalist felsefenin ayrım noktalarını betimlemek isterken başvurduğu tren metaforu olacak. Orada şöyle söylüyor: “Diğer felsefeler trene kalkış istasyonunda biner, kompartımanlarına yerleşir ve tren varış istasyonuna gelinceye kadar orada kalırken, materyalist felsefeler her zaman trene hareket halindeyken binerler…” Bu bağlamda idealist felsefenin bir başlangıç noktası yani ‘köken’i, bir amaç doğrultusunda koşan ‘süreç’i ve nihayetinde “kendisine bir son atamış” ‘mutlak’lığına önemli bir vurgu yapılıyor. Mutlak köken, mutlak başlangıç, mutlak anlam, mutlak son... Peki tüm bu sıfatlar ne ifade etmektedir? Bir felsefi geleneğin hem kendi içerisinde hem de tüm felsefi tarih düzleminde ‘mutlak anlam’ın kendi tekelinde olduğu savı nasıl bir ‘hegemonik’ yapıyı yansıtır? Althusser’in burada özellikle altını çizdiği konu; mutlak başlangıç, anlam ve sonu elinde tuttuğunu iddia eden bir düşünce sisteminin tehlikeli bir biçimde ‘hakikatler’in (daha özelinde “felsefi hakikatler”in) yalnızca kendisine ait olduğunu iddia etmeye kadar gidebilmesindeki ‘sorun’ dur. Kitabın ayrıntılarında bu mutlak hakikat fikrinin kendisini bilgi felsefesinde (Platon), fenemonoloji (Husserl) ve pozitivizm de (Kant), sıklıkla da ontoloji, teoloji ve metafiziğin (Hegel, Heiddegger) hatta materyalist görünümlü kimi filozofların düşüncelerinde açığa vurduğunu görüyoruz. Böylece materyalist felsefenin bu doğrultudaki görevinin öncelikle ‘mutlak’ bir ‘kök’ ‘anlam’ ve ‘hakikat’ anlayışının karşısına ‘ne başlangıç ne sonu’ umursayan, felsefenin mutlak olduğu fikrini yıkan, devingen, her daim dönüşen ve hakikatlerin çokluğuna işaret eden bir yerden felsefesini kurmasıdır. Bu konu şu açıdan çok önemlidir:

Mutlaklaştırılan ‘felsefi hakikatler’ en nihayetinde egemen sınıfların ve devlet iktidarlarının ‘hakikat’leriyle uyumlu bir hal alması ve onlara Foucault’dan ilhamla “hakikat rejim”ini üretmede bir kılavuz sunduğudur. Ayrıca dinlerin insan ve toplum tasarımında köken/anlam/hakikat kalıplarını yaratarak insan varoluşu üzerinde ‘mutlak hâkimiyet’ kurma arzusunu teslim edersek, materyalist felsefenin vereceği her cevap son kertede dinlere/dinsel yaşam ve kılavuzlarına karşı da bir cevap olma niteliği kazanacaktır.

Bu izlekte Althusser’ in Marksist teoriye doğru yol alışının önemli evrelerinden biri olarak değerlendirdiği diğer meselenin ise bilimsel bilgi ile pratik bilginin önceliğine ilişkin materyalist felsefe lehine çekmiş olduğu ayrım çizgisidir. Marx’dan yapmış olduğu alıntıyla “pratiğin teoriye üstünlüğü” tezini idealist felsefeye karşı radikal bir tavra dönüştürür. Çünkü idealist felsefe açık olarak bilimsel bilginin pratik bilgiye karşı üstünlüğünü ilan ederek bu yönde tekeline aldığı ‘mutlak hakikat’lere sadece bilimsel-ampirik bir ‘doğru’luk atfetmekle kalmaz aynı zamanda “bilim yapan entelektüelin üretim yapan emekçilere üstünlüğü ve bu iki insan grubunun arkasında, egemen sınıfın sömürülen sınıf üzerindeki egemenliği”ni pekiştirerek bir tür iktidar kurar. Dolayısıyla, materyalist sol geleneğin burada bilimsel bilgi ile pratik bilgi arasındaki ayırıcı noktaları belirlemesi ve pratik bilginin “sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesi pratiği” ile eşgüdümlü okunması gereken bir kavram olduğu fikrini merkezine alması büyük önem taşıyacaktır. Ayrıca bununla bağlantılı olarak materyalist felsefedeki pratik bilginin mevcudiyetinden sınıf mücadelesinin tarihsel ve toplumsal skalasında beliren deneyimlerini çıkarsamamız mümkün olabilecektir. Bu durum sınıf mücadelesi içerisinde sürekli dönüşen öznelerin pratik bilgiyi deneyimleme süreci hakkında ve kolektif bir ‘oluş’ ve ‘yaratı’ halinin imkânları üzerine düşünmeye hatta hareket etmeye sevk edecektir.

‘Praksis’
İşte ‘Felsefede Marksist Olmak’ tüm bu karşıtlıklar ve onların kavramsal içeriklerinin birbirleriyle mücadele süreçleriyle temellenen iki felsefi geleneğin sınıf savaşları zemininde nasıl kamplaştığını ve bu kamplaşmanın materyalist gelenek nezdinde nasıl bir felsefe yaratmalı sorunsalını birçok yönden masaya yatırdığı oldukça önemli bir çalışma. Marx’dan sonra Marksist felsefenin tarihsel ve ideolojik seyrini Lenin, Gramsci gibi düşünürlerle birlikte büyük ölçüde değiştiren Althusser’in felsefi okumalarını ve ona eşlik eden ‘arayış’ını farklı bağlamlarda dile getiren bu metnin kanımca en güçlü yanı, onu okuma deneyiminin de ötesine taşıyan ‘praksis’ yönünde saklı diye düşünüyorum. Felsefeyi gündelik alanın içine, siyasal politik kulvara, direnişe, yaratının tüm olanaklarına yönelten bir ‘praksis’, bir ‘zorunluluk.’ Bu yüzdendir ki, Marx’ ın ‘Feuerbach Üzerine Tezler’de sarf ettiği bu sözler kendini her dönem anımsatmaya devam ediyor: “Filozoflar bugüne dek dünyayı şu veya bu şekilde yorumlamaktan başka bir şey yapmadılar; oysa mesele onu değiştirmektir.”