Mavi bir uğultu

Muzaffer Kale - Yazar

Kuşlar üstümden V şeklinde geçti. Saymayacağım, dedim ve saymadım kuşları. Saymak, bakarsın şans bakımından iyi gelmeyebilirdi onlar için. Başlarına bir şey gelebilirdi. Kuzeye geçiyorlardı, yol belliydi, doğruca serinlik… Ne güzel, her zaman söylediğimi şimdi de söylüyorum: Dünyayı evleri gibi kullanıyor kuşlar, dünya onların evi, hep beraber bir odadan öteki odaya geçiyorlar.

Bildiğiniz gibi değil, odaları acayip geniş dünyanın… Odalarında denizler var, sıra sıra dağlar var… Yok yok… Yaz odası bitti, kış odasına, kış odası bitti, yaz odasına… Oooh! El salladım, belki benim varlığımın farkında bile olmayacaklardı, öyle ya, ama olsun, ben yine de el salladım. El sallayınca onlara yetişen, onlarla birlikte giden bir şeyim oldu. Neyim oldu bilmiyorum, ama oldu. Olduğunu bende bir şeylerin hafiflediğinden anladım… Sıkıntı veren bir ağırlıktan kurtuldum sanki, içimde bir yerlerde yumruk gibi bir yere toparlanmış, tortop olmuş bir ağırlık vardı, o ağırlık bir kuş oldu, uçtu gitti. Öteki kuşlara yetişti.

İçim hafifledi. Sağ elimin avucunu kararlı bir şekilde, yaklaşık bir buçuk metre yükseklikte olan kuru duvarın üstüne dayadım. Ayaklarım çıplaktı. Böyle bazen yalın ayak dolaşmak hoşuma gidiyordu. Artık mevsimi geldiğinden, üstümde ince şeyler vardı, onlar da yok gibiydiler. Sıcak ve nemli havayla boydan boya temas halindeydim.

Duvarın üstünden geçmem gerekiyordu. Atlayabilir miydim, yapabilir miydim bunu. Neden olmasındı, istersem yapabilirdim. Yapabileceğimi derinden hissetmeliydim. Atlayabilirdim. Değmeden! Duvara değmeden, hoop! Bütün dikkatimi vücudun yerden fırlatılmasına ayarlamalıydım. Sonra, ‘‘Fırla!’’ komutu gelmeliydi.

Toprağı çıplak ayaklarımın altında duyabileceğim kadar duydum. Topraktı işte, binlerce, milyonlarca, milyarlarca yıl güneşin altında kavrulmuş, yağan yağmurları içmiş… Böyle bir toprak olmak için evrile-çevrile bugüne gelmiş; ezilmiş, dökülmüş, toz olmuş, zaman zaman toz bulutu halinde havalara yükselmişti.

Sağ elimin avucunu iyice dayadım duvarın üstüne, bütün vücudum gerildi ve işte o an… Hem yaydım hem de kendimden fırlatılan ok.

“Fırla!”
Sanki uzun zamandan beri hep böyle sıra dağların üstünde yol almış, günü genişleten yüksekliklerde güneşleri batırmış, aşağıdaki köyleri, kasabaları, gölleri, güzelim yılanlar gibi S çizen ırmakları böyle yukarıdan seyretmenin tadına doyamazmışım gibi bir yere çıkmıştım. Birden, onu gördüm, aşağıda, zeytinliği boydan boya kesen duvarın yanında durmuş bana el sallıyordu… Gülümsedim… El sallamak iyiydi, dostluğa çıkardı.

Aşağıda toprak vardı. Bildiğimiz toprağın üstünde renkler birbirine karışıyordu. Renkler birbirine karışırken mevsim sıcaklığı ayarını tutturmaya çalışıyordu. Mavi bir uğultu vardı ve bu usulca sonsuzluk duygusu veriyordu. Onun sonsuzluk duygusu olduğunu yeni öğreniyordum.