Şimdi yeniden bir mevsimin eşiğinde, istedim ki bu notlar yavaş yavaş, anlamlı bir bütün halinde bir kitaba girsin. İçinde bana ait büyük düşünceler falan yok, büyük düşüncelerim de yok zaten

Mavi Yolculuk

Kendimi bildim bileli kalem, kâğıt, tuşlar, ekran, daktilom, kitap kapakları, yazılar, eski defterler, ajandalar; sonra bir zehir olan mürekkep, sonra taşınmaz mühürdür, kurşunkalem; sonra hiç tükenmeyeceğini sandığım ama günün birinde tükenen o tükenmezkalem... Sonra çekmecelerde unutulmuş fotoğraflar, kasetler, cd’ler, plaklar.

Kendimi bildim bileli dörtlükler, dizeler, mahlaslar, vezinler; portreler, boyalar; duvarlar, ilanlar, afişler, bildiriler... Herkesin unuttuğunu, bir benim hatırladığımı sandığım şarkılar içindeyim kendimi bildim bileli... Bir şey biriktiriyorum ama nedir, niyedir bilmem. Okuyorum suskun, yazıyorum suskun. Geçip gidiyor giden... Dünyaya sataşmanın bir yolunu buldum! Biriktiriyorum ve zaman içinde biriktirdiklerime karışıyorum bilmeden. Eskiden çok severdim yazmayı, okumanın daha üstün olduğunu keşfettim son on yıldır. Eskiden Dağlarca okumadan şiir yazılmaz derdim; şimdi şiir yazacaksan hem Dağlarca’yı hem de Dante’yi hatmetmek gerek diyorum. Dünya sözlerle kaynaşıyor, kelimelerle. Yazıyı bitiren “imza”, şimdiye nokta koyan “mazi” kelimesine akraba. Bakıp öylece kalakaldığın eski “bakkal” dükkânları, bakliyat sattığı için bakkal... Sevda ile müsvedde arasında dağlar yok, küçücük bir yol sadece; o yüzden şair tüm aşklarını o ünlü şiirinde emize çeker... Hem dünya kelimesi Dağlarca ve Dante gibi D harfiyle başlıyor üstelik. Daha D harfini anlamadan bunca insan nasıl yazıyor bunca şeyi, o kadar çok dergi, kitap ne diye çıkıyor daha d harfini yeterince duymadan. Biriktiriyorum bense nicedir. İzlenecek filmler, dinle’necek şarkılar (dinlen’mek mi), okunacak sayfalar...

Kendi gündemime çalışıyorum son on yıldır. Değişiyorum galiba, değiştiğimi bilmeden. Nereye gittiğini bilemediğim bir yolu seçtiğim için mutluyum. Kayboluyorum. Bir tavra yazılmak, suskuya kazınmak, denize dokunmak, batığa çizilmek iyi geliyor...

Bu hikâyeyi, şu şiiri yazmasam ölürüm demiyorsam okuyorum sadece, daha çok okuyorum. Dedim ya nasılsa herkes yazıyor, her şey. Maupassant’ın nasıl gittikçe delirdiğini, gözlerinin ayarının kaçtığını; yazmak ruhundan çekilince, Gogol’ün o belalı kaplıcada, betimlemenin nasıl bir şey olduğunu hatırlayabilmek için arkadaşlarına “şunu tarif edin, bunu tarif edin” diye yazdığı mektupları ve fakat gelen mektuplardaki tarifleri yazar gözüyle değerlendirip beğenmemesini... Poe’nun, çocukluğu boyunca her gece bir tiyatro sahnesinde annesinin ölümünü izleyip artan mezarlık ziyaretleri yazmaktan daha önemli geliyor bazen. Yani insandaki acı, arıza, trajedi...

Kendimi bildim bileli maddi (krediler, faturalar), manevi (zamana, tarihe) borç ödüyorum. İlki mühim değil herkesin başında. İkincisiyse zor. Bir şeyler yazıyor, bir kitaptan diğerine akıyor; bir öyküde, romanda, şiirde bulduğum yerlerin, renklerin, müziklerin adından (Leylâ Erbil ile beni tanıştıran, ikimizin de o sıralar Marcel Proust’un büyük eserindeki Vinteul Sonatı’nı arayışımızdı), bir kahramanın adından çıkıp bambaşka kitaplara, hayatlara, renklere bakıyor, başka yolculuklara çıkıyorum.

Yazacağım herhangi bir “şey” okuduğum bir metindeki başka bir “şey”, başka yazılı şeylere taşıyor beni. Eşya, şeyin çoğulu düşünsene aylak okur! Yeniden kayboluyorum. Başarılı yazar olmak gibi bir derdim vardı eskiden. Başarılı yazar olmazmış, başarılı CEO olurmuş çok sonra öğrendim. Beni CEO, c, e ve o harfleri düzeyinde ilgilendiriyor. Çıktığım yolculuklarda başarının, başkalarının başarısızlığı üzerine kurulduğunu öğrendim. Eskidendi evet, başarıdan umduğum şeyler vardı. Uzun süredir sadece Kazancakis’in mezar taşında yazan cümleyi “yaşam koçum” (öyle bir meslek var ya, zenginlerin yaşamının koçu var artık, yoksullarınsa dostları) olarak benimsedim: “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm”.

Yetişkinlerden umudu keseli de çok oldu. Edip Cansever’in bir şiirinden biliyorum, ne diyordu: “İnsan yalnız çıktığı yollardan, hep iyi haberlerle döner...” Böyleydi galiba dize. Böylesi geniş, nefes açan, mavi, engin yollara çıkıyorum oturduğum yerden. Dünya, kendini açıyor bana kendimi bildim bileli.

Bektaş-ı Veli “her ne arar isen kendinde ara”, Herakleitos ise “kendimi aradım” demişti; ben fakir de “kendimi bildim bileli” dediğim bu “bilme - arama” zamanı boyunca çıktığım o mavi yollarda ganimettir, bir sürü çakıl taşı topladığımı fark ettim. Harflerin atasıdır “çakıl taşları” (hesap anlamına gelen calculus de çakıl taşı kelimesine akraba, insan ilk sayı hesabını taşlarla yapıyor zira). Yalnız başına çıktığım yollardan, getirdiğim iyi haberlerdi işte bu taşlar. Belki de bu yüzden nicedir bir sürü not, günlük tutuyor, bazılarını zaman zaman bazı yerlerde yayınlıyor, orada burada, dağınık izler bırakıyorum hayata.

Şimdi yeniden bir mevsimin eşiğinde, istedim ki bu notlar yavaş yavaş, anlamlı bir bütün halinde bir kitaba girsin. İçinde bana ait büyük düşünceler falan yok, büyük düşüncelerim de yok zaten. Yine Cansever’den el alayım, ben sadece acemi “biriyim, cesurum, var mısın ellerime...” Hayat kurtaracak çareler, reçeteler de sunamıyorum. O işi benden iyi yapacak olanlar var, yapıyorlar da... İyi kitaplar yanıt arayanlar için değil, soruları olanlar için. Kaldı ki her yüzyılda birkaç adam özgün şeyler düşünüyor, gerisi onların devamı sadece. Sadece bu mavi yolculukta kaybolurken tuttuğum notlar hayatla ve sanatla yoğrulmak isteyen başka uzak akrabaları, okurları kaybolacakları yollara çıkarsın istedim.

Henüz çıkıp dönmediğim birçok yol var, yolculuklar sürüyor oradan oraya. Döndükten sonra başka yazılar da getirip koyacağım edebiyatın “büyük zaman”ının önüne. Herkesin birbirinin önüne yattığı bir ülkede küçük çabalar şüphesiz. Yine de biliyorum, gerçek okurların büyük zamanı var, bugünün gelgeç tüccarıyla ilgilenmiyor gerçek okur. O da benim gibi yazar-kasaları değil, yazarlığın dikenli yolunu tercih edenlerin peşinde... Düşünsene ey aylak okur, zaman geçti ve dilimizin belki de en büyük isimleri; Ahmet Oktay öldü, Tarık Dursun K. öldü, Gülten Akın öldü, Attilâ İlhan öldü, İlhan Berk öldü, Oktay Akbal öldü... Kimlere kalıyoruz. Kimlerleyiz. Bir düşün...

Onun için de “dur ey zaman” diyeceğim, belki sana; aynı o büyük destanda olduğu gibi. Bir büyük eserin anahtar cümlesinden faydalandım bu kitabın adını koyarken. Bilgiye deli olan, kainatın sırrını çözmeye, hakikate ulaşmaya baş koymuş bir adam varmış, adı Faust. Çok eski bir hikâye aslında bu, Goethe’den önce Shakespeare’in en büyük rakibi Marlowe da yazmış, başka birçokları da. Bu Faust’u yoldan çıkarmak için Şeytan Mefisto, Tanrı’dan izin almış. Fazla düşünme, bırak araştırma, fazla uğraşan hayatın tadını kaçırır demiş ve bizim Doktor Faust’a hayatın hazlarını, zevklerini vaat etmiş. İddiaya tutuşmuş Doktor ile Şeytan. Mefisto, Faust’u bilme, bilgi biriktirme hastalığından kurtaracak, ona yaşatacağı güzel hazlar karşısında Doktor ne vakit “dur ey zaman, ne güzelsin” (Faust’u bizde zamanında Hasan İzzettin Dinamo da çevirmiş) diyecek olursa iddiayı kaybedecekmiş. Faust, ruhunu şeytana satmıştır.

Dur ey zaman! Ne bilgiden, ne bilme hazzından, ne de dinlerin, iktidarların bunca hakir gördüğü küçücük insanın şuncacık zevklerinden vazgeçmeyen aylak okur; dur ey zaman demek için bu kitap. Varsın kaybedelim iddiayı! Çünkü çok güzelsin, dur ey zaman. Bir sandal geçiyor taş köprünün altındaki nehirden, mavi sandal. Adı Umuş olsun mesela, Varna’ya giden. Gözlerimi kapatmıyorum öpüşürken, bakıyorum sevdiğimin yüzüne, saçlarının yüzünde açtığı küçücük ülkede ay ışıyor; gümüş bir su dalgalanıyor gözbebeklerinde. Bir akordeon sesi geliyor adadan bu yana, şenlik var, düğün var karşı kıyıda. Uzakta ışıklar varken, ah, dur ey zaman! Roka var masada ne güzel; karşıda tapınağın mermeri ışıldıyor, çok eskiden Marmara Adası’nda çıkartıldığı için mermere mermer deniyor, akraba kelimeler. Az önce yağmur yağmış, bir koku var havada, sıcak ekmek gibi. Nar bebekken bir gül kokusu vardı odasında, halen incecik duyulur, beş yıl oldu. Halen... Salatanın suyu ne güzel, karpuzun çekirdeği kırmızının üzerinde deli eder durup öyle. Bir sigara yakıyorsun, dur ey, dumanı havada kayboluyor gri, ektiğin çiçekler bir gün sana mektup gönderir mi dersin? Genç Werther’in Acıları’nı okuyup intihar edermiş umutsuz âşıklar eskiden, bu yakada herkes okuyup geçiyor. Ne acayip. Dur ey! İnsan hapse bile düşse, insanlar ana babasını, evladını bile kaybetse yaşayabiliyor, yaşamakta diretiyor. Ağaçlar kiraz veriyor şehrin orta yerinde, plazaların ortasında bile. Arkadaşlarımın evlerinde kalıyorum, dur ey zaman, yatabiliyorum dostlarımın oturduğu kanepelerde, ağladığım insanlar var koynunda, aynı hırkayı paylaştığımız insanlar; güvenenler, sevenler, omuzdaşız hâlâ bir yoldaşımız ölse, yürüyüşte. Ataol Behramoğlu yazmıştı ya, bir gün mutlaka!

Dur ey zaman!

Tavadaki istavrit denizi dolduruyor içime, beyaz şarap nasıl da buruk üzüm tadı veriyor dilime dokunduğu zaman. Nasıl demişti Eluard Asıl Adalet adlı şiirinde, “insanlarda tek sıcak kanun / üzümden şarap yapmaları / kömürden ateş yapmaları / öpücüklerden insan yapmalarıdır” diye. Üzüm, aşk, şarap! İnsanları coşturan şarap, diyordu kör Homeros. Dur zaman, ey! Turgut Uyar da seviyordu ey demeyi bilenleri... Ey diyorum sana zaman, dur. Aristoteles, vasiyetine herşey güzel olacak” diye başlamıştı, bunu koluma dövme yaptıracağım kırk yaşımın eşiğinde, hep duracak tenimde... Ölümüne dair söylediği ilk cümle, yine yaşama dair yani, evrene... Dur ey zaman! Gözüm kalıyor sende. Öyle güzelsin ki... Bacakların, memelerin, kolların; bir kadın gibisin geçerken üzerimden. Saçlarım beyazlıyor gittikçe. Dur. Geçme sevişirken. Geçme şiir okurken. Sakın geçme sihirle dolarken kalbimiz. Geçme direnirken. Geçme bir çocuğun akşam güzelliğinde yanağını okşarken. Geçme kızımın saçlarını toplarken. Geçme kedileri, kuşları beslerken. Geçme! Kadim Roma’nın ilk imparatorlarından Libyalı Septimius Severus’u hatırla: “Omnia fui, nihil expedit! “Her şeydim, hiçbir şeye değmezmiş...” Dur ey zaman geçme ki her şeyi görelim, hepsini... Dur!

Onur Caymaz'ın yeni kitabı Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu’dan tadımlık bir bölüm.