3 yaşındaki bir çocuğun enkaz altından 91 saat sonra canlı çıkarılması elbette mucize gibi bir şeydir. Ama esas büyük mucize, çocukların yaşamını mucizelere bırakan ve halkın can güvenliği konusunda sorumluluk almayı reddeden bir siyasal yönetimin ayakta kalabilmesidir.

Medyanın göremediği büyük mucize

BERKANT GÜLTEKİN

“Olayları gerçekçi bir şekilde aktarmak artık yeterli değildir. Artık gerekli olan, olay hakkındaki gerçeği aktarmaktır.”1

İzmir depremi, AKP Türkiye’sinde insan hayatının ne denli kolay kaybedilebilir olduğunu bir kez daha çok acı şekilde hatırlattı. Doğa olaylarının neden olduğu yıkımları ‘kadere’ bağlamayı alışkanlık haline getiren iktidar, alınmayan önlemler nedeniyle yurttaşların tekrardan gündeme getirdiği “Deprem vergileri nerede?” sorusunu yine duymazdan geldi. Bunun yerine, imar barışını yere göğe sığdıramayan Çevre Bakanı, İzmir halkına ‘1 yıl içinde hasarlı binaları onarmaları’ yönünde talimat verirken Devlet Bahçeli, “Keşke riskli binalarda oturmak tercih edilmeseydi” diyerek ölümün, ölenin kabahati olduğunu ilan etti ve hayatta kalmanın formülünü gösterdi. Daha önceki açıklamalarında ‘depreme karşı her türlü tedbiri aldıklarını’ iddia eden ve her fırsatta “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diye gürleyen Erdoğan da bu kez iş ciddiye binince dümen kırarak “Sadece kamunun kaynaklarıyla olmaz. Milletimizin de hızla sağlam bina inşası için harekete geçmesi gerekiyor” diye buyurdu.

Tüm bu olan bitenin ortasında yazılı ve görsel medya ise toplumu rasyonaliteden kopararak siyasi sorumluları gözden kaçırmak için canhıraş bir çaba içerisine girdi. Depremin ardından başlayan enkaz kaldırma çalışmalarından gelecek ‘mucize’ haberlerine kilitlenen yayın organları, yaşanan acılar üzerinden kurguladıkları cıvık ve ajitatif içeriklerle okuyucunun/izleyicinin zihinsel melekelerini köreltmek için elinden geleni yaptı. Devletin sorumluluğunu gizlemeyi kendine görev edinen gazetecilerden biri, işi “Nerede bu devlet sorusu, soracağımız bir soru değil” demeye kadar vardırdı. Bu zatı muhteremin mantığına göre, devletten bir şeyler talep etmeyi bırakıp kentsel dönüşüm için ‘alt komşuyu, üst komşuyu ikna etmemiz gerekiyor’du. Yani halkın 21 yıldır depreme hazırlık yapsın diye vergi ödediği devletten, canını koruması gibi bir beklentisinin olması anlamsızdı.

İktidarın eriyen toplumsal rızasını koruyabilmek için böylesine köhne bir medyaya muhtaç olması, rasyonel düşünme becerisine sahip her yurttaş için gülünç bir durum. Zira bir ülkede meydana gelen deprem sonrası, o ülkeyi idare eden siyasi erki, olan bitenden sıyırmaya çalışmak dev bir kepazelik; çoğunluğun buna inanmasını beklemek ise açık şekilde zekâ noksanlığına delalettir. Medya yöneticilerinin böyle bir beklentisi var mı bilinmez ancak ekrana getirdikleri birbirinden niteliksiz yayınlarla ilk sıfatı taşımaya hak kazandıklarını söylemek yanlış olmaz.

Hal böyle olunca medya, hakkında 24 saat aralıksız yayın yapmasına rağmen İzmir depremindeki esas mucizeyi de göremedi. 3 yaşındaki bir çocuğun enkaz altından 91 saat sonra canlı çıkarılması muazzam bir gelişmedir ve elbette mucize gibi bir şeydir. Ama esas büyük mucize, çocukların yaşamını mucizelere bırakan ve halkın can güvenliği konusunda sorumluluk almayı reddeden bir siyasal yönetimin ayakta kalabilmesidir. Gerçek bir medya aklı, 3 yaşındaki bir çocuğu insanların duygularını sömürmek için bir ekran figürüne çevirmez, onun deprem nedeniyle yaşadığı travmaya, annesini kaybedişine, evinin yok oluşuna ve hayatının geri kalanında hissedeceği tedirginliğine sebep olanlardan hesap sorulması için çaba sarf ederdi. Sayıları bir elin parmağını geçmese de bunu yapan gazeteler de oldu. Ancak gazetecilik mesleğinin en temel görevlerini yerine getirme konusunda bile sorumluluk taşımayanlar, kendilerine bakan gözlere sadece birtakım aksiyonu görüntüler ve duyguları istismar etmeyi hedefleyen modası geçmiş video haberler sunmakla yetindi. Çünkü onların varlık nedeni toplumun teveccühü değil, iktidarla akçeli işleri olan patronlarının ticari çıkarlarıydı.

Plaza medyasında maaşlar sadece yayıncılıktan gelen gelirlerle ödenmiyor; daha çok iktidarla yakın ilişkileri bulunan patronların farklı sektörlerdeki yatırımlarından elde ettikleri rantla ödeniyor. Bunu yöneticiler de çalışanlar da çok iyi biliyor. Bu yüzden de deprem gibi afetlerde devleti yönetenlerin sorumluluğunu anlatmak yerine, felaketlerin Allah’tan geldiği ve elini taşın altına koyması gerekenin devletten çok halk olduğu gibi ucuz yalanlar dillendiriliyor. Medyada halkın çıkarı savunulmuyor çünkü bu mecralar tarafından halk doğru bilgi verilmesi gereken değerli bir özne değil, tepedekilere yaranmak için mümkünse aldatılması, olmuyorsa kafasının karıştırılması, bu da olmuyorsa midesi bulandırılarak politikadan uzaklaştırılması gereken yığınlar olarak kabul ediliyor.

BAŞ AŞAĞI ÇEVRİLMİŞ MEDYA

Siyasal İktisatçı Julia Cagé, Medyayı Kurtarmak adlı kitabında, “Medya kuruluşları diğer ticari girişimlere benzemez. Öncelikli amaçları kamu yararı sağlamak olan girişimlerdir. Yani amaçları azami kâr elde etmek ve hissedarlarına kâr payı ödemek değil, demokratik tartışma açısından vazgeçilmez olan nitelikli, özgür ve bağımsız enformasyon üretmektir”2 diyor. Birkaç istisnayı dışarıda bırakırsak, Türkiye medyasının bu tanımda sözü edilen mesleki yükümlülüklerin tam tersini kendine görev bildiği ortada. Ülkemiz medyası, kamu yararını hiçe sayarak patronların ve Saray’ın yararını gözetme konusunda üstün becerilere sahip. Bağımsız ve özgür bilginin üretimi şöyle dursun, sunulan içeriklerin her kelimesi iktidar aklının perspektifi doğrultusunda belirleniyor. Medya çalışanları akılları ve vicdanlarıyla halka hizmet ettikleri için değil, kolay kumanda edildikleri, kendilerine verilen talimatları harfiyen yerine getirdikleri ve adeta nefes alan yapay zekâlara dönüştükleri için ödüllendiriliyor.

Bu, gazetecilerin, gazeteciliğe yaklaştıkları oranda cezalandırıldığı, gazetecilikten uzaklaştıkları kadar da refaha ulaştığı, baş aşağı çevrilmiş ve ayarlarıyla oynanmış irrasyonel bir medya dünyası. Siyasal İslamcı düzenin imzası olan liyakatsizliğin ve giderek yaygınlaşan çürümüşlüğün en çarpıcı haliyle gözlemlenebildiği bu alan, ülkenin bir deri bir kemik kalmış zayıf demokrasisinin de en büyük sorunlarından biri. Medyanın asli işlevlerini yerine getiremediği bir düzende, demokrasinin de sağlıklı işlemesinin olanağı yok. O halde gerçek bir demokrasiye hayat vermek için, mevcut medya düzenini alaşağı edip kamu yararını esas alan bağımsız ve özgür medyanın sesini büyütmekten başka yöntem de yok. Bunu yapabilmenin yolu karmaşık görünse de birilerinin ‘uygun gördüğü’ haberlerin önümüze düşmesini beklemek yerine, kamu yararı için yayın yapmayı sürdüren medya organlarını her anlamda teşvik etmekle işe başlanabilir.


1Hutchins Komisyonu’nun 1947 tarihli manifestosunda yer alan ifade. Bkz: Bill Kovach-Tom Rosenstiel, Gazeteciliğin Esasları (ODTÜ Yayıncılık), syf. 46

2Julia Cagé, Medyayı Kurtarmak (Türkiye İş Bankası Yayınları), syf. 72