“Evle birlikte, erdem düşüncesinin ta kendisi değişir çünkü ev yalnızca taşlar ve tuğlalardan yapılmış bir mekân değil ama aynı zamanda bir dizi apayrı nesne ve insanlardır. Mutluluk bir duygu ya da istencin bir görünüşü değil, ama bu dünyanın özdeksel bir biçimi, bir yapısıdır.”

Mekân ve mutluluk

Meriç Kırmızı

Geçen hafta içinde kadına ilişkin konusu nedeniyle suskunlukla geçiştirilmiş bir sosyoloji lisans öğrencileri etkinliğine katıldım. “Regl yoksunluğu” başlıklı bu etkinlik için öğrenciler bir konferans salonu ayarlayamayınca, küçük bir seminer odasında 20-30 katılımcıyla dip dibe oturarak dinlemek zorunda kaldık. Bütün bu güçlüklere karşın, sosyoloji lisans öğrencileri etkinliğe ilgi gösterdiler ve sunumu izleyen tartışmaya Türk ve yabancı birçok öğrenci kişisel gözlem ve düşünceleriyle katkıda bulundu. Sunum yapan öğrencilerden biri bu konuya ilgi duyma gerekçesini KDV oranlarının yüksekliği —9 Ocak’ta BirGün’de buna ilişkin bir haber vardı- ve enflasyon gibi nedenlerle pedler başta olmak üzere kadın sağlık ürünlerinin yoksul kadınlar için ekonomik erişilmezliğini pandeminin işsizlik ortamının yoğunlaştırması olarak açıkladı. “Ama” diye ekledi, “Bu konuyu aynı zamanda bir kadın için özsaygı sorunu olarak görüyorum.” Bu yorumdaki çarpıcı gerçeklik beni etkiledi ve bu sağlık eşitsizliği sorununu son günlerde üzerine düşündüğüm başka bir konuyla kafamda birbirine bağladım.


Bir süredir düşündüğüm konu mimarinin ve mimari yapıların içindeki dekor ve donatıların insan psikolojisi ve insanların özdeğerlilik duygusu üzerindeki olası etkileriydi. Buna ilişkin popüler yazar Alain de Botton’ın Mutluluğun Mimarisi (2006) diye bir kitabı var. Bugünlerde yine merak ettiğim, ama henüz Türkçeye çevrilmemiş başka bir eser, Emanuele Coccia’nın Philosophie de la maison: l’espace domestique et le bonheur (2021) başlıklı felsefe kitabı… Kitabın yabancı bir satış sitesindeki kısa Fransızca tanıtım yazısında az çok şöyle yazıyor: “Evle birlikte, erdem düşüncesinin ta kendisi değişir, çünkü ev yalnızca taşlar ve tuğlalardan yapılmış bir mekân değil, ama aynı zamanda bir dizi apayrı nesne ve insanlardır. Mutluluk bir duygu ya da istencin bir görünüşü değil, ama bu dünyanın özdeksel bir biçimi, bir yapısıdır.” (Librest.com) Daha önce bitkilerle ilgili insanı dünyanın merkezindeki konumundan eden eseri Türkçeye çevrilmiş Coccia’nın bu yeni kitabında benim düşündüğüm türden fiziksel çevreye ilişkin koşulları da dikkate alan bir mutluluk anlayışı geliştirdiğini varsayıyorum.

Oysaki birçok insan fiziksel çevreye duyarsızdır, düzen de onu bu yönde ilerletmez ve çoğu zaman ona onurlu bir insan olarak hak ettiğinden azını sunar. Fransa’daki kısa araştırma iznimden dönüp, işyerindeki alaturka tuvaletlerden bir anda yeniden değersizleştiğimi —Sindrella gibi?- duyumsamam da bu mekânsal mutsuzluğun bir parçası. Tersi örnek küçük bir pansiyon odasında pofuduk bembeyaz yastıklarla dolu, yüksek bir yatağa kendinizi bıraktığınızda ya da dolap kadar banyonun ağır pirinç musluklardan akan kaynar suyun altına üşümüş elinizi her soktuğunuzda yaşayabileceğiniz türden bir mutluluk olsa gerek. Bir sunum için gittiğim Dublin’de ağır ahşaptan kırmızı kabinleri ve bembeyaz karolarla kaplı duvarlarıyla tertemiz bir tuvaleti ve üstü camla kaplı aydınlık avlusunda küçük bir fıskiye havuzunun çevresinde masaları olan açık büfeli şirin lokantası olan bir müze aynı özdeğerlilik ve yaşamaya değer duygularını yaşatmıştı. Bu mimari, dekor ve özdeğerlilik ilişkisi üstüne düşünürken, toplumdaki yaygın yoksullaşmayı ve toplu neşesizliğimizi anımsayıp kendimi frenlemedim değil, çünkü yanlış anlaşılıp, paranın değer yitirmesiyle yurtdışı gezilerinde istediği kadar espresso içememekten yakınan kişilerin konumunda kalmak istemem.

Elbette ülkelerin gelişmişlik ve zenginlik düzeyleri birbirine eşit değil ve kaynakları sınırlı ülkelerde aynı mekânsal rahatlığı (konforu) bekleyemezsiniz. Ancak işin bir de kaynakların nasıl ve nelere harcandığı —çevrenizde bolca örneklerini görebileceğiniz gösteriş olmasa da olur?- boyutu olduğunu ve toplumların halklarını basit, ama kaliteli ortamlar sağlayarak mutlu edebileceğini ve hak ettikleri değeri verebileceğini düşünüyorum. Kendini değerli, değer verilmiş duyumsayan insanın bakış açısı ve davranışı da ona göre olacaktır. Özetle, özsaygı kişinin içinden gelen bir durum olduğu kadar hangi mekânsal koşullarla çevrili olduğundan ve bu koşulların onun bedenini nasıl taşıdığına olan etkisinden, bedenine sinmişliğinden —Bourdieu’nün bedenselleşmiş toplumsallığı- kaynaklanır.