Melih Cevdet Anday: Felsefe mi, şiir mi? Sınırlarına direnen şair

Güçlü Ateşoğlu

Anday, “Bizim aydınımız… felsefesiz aydın olmuştur hep” diyor. “Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir” derken belki de bunu kastediyor. Şiir sanatının şiirin kendisi, şiirin kendi gelişimi olduğu düşüncesi, şiirde görünüş-gerçeklik ayrımı ve bu ayrımın aşılması ya da aşılamaması düşüncesi, şiirin bu gerçekliğe erişebilir olup olmaması, öz-biçim ilişkisi, soyut-somut birlikteliği, bunların hepsi ve dahası, bu minvalde düşünülebilir. Anday’a dönecek olursak, inanmak-inanmamak probleminden yalıtılmış bir Tanrı kavramını aklî olarak irdelemek, akıl sınırları içinde ele alarak da diyebiliriz, aydın için özsel olan tutum. Rasyonalite içinde değerlendirilen Tanrı; Tanrı içinde değerlendirilen bir rasyonalite değil. Değer yargısı ya da düşüncesini bu şekilde anlıyorum. Tıpkı arzu ile arzu nesnesini temellendiren bir zemin gibi, inanma ile inanma nesnesini temellendiren şeyin ne olduğu. Arzunun bir başka arzuyu arzulaması kavram boyutuna çıkmak demektir.


“Bizim toplumumuzda Tanrı ile ilişkili bu tür bir felsefe yaşanmış olsaydı, felsefeden habersiz halk, din sömürücülerinden yakasını kurtarabilecek miydi?” sorusuna Anday, “hayır” cevabını veriyor. Burada belki de öncü olabilecek kesimi aydın olarak görüyor. “İnsanın yazgısını belirleyen Tanrı anlayışı dışında bir Tanrı kavramı”nın tartışılmadığını, tartışılsaydı, “Allah’la korkutarak insanları yanına çekme yolunu tutan siyasetçileri[n, aydın tarafından], bir ölçüde de olsa” durdurulabileceğini ifade ediyor. Demek ki inanma-inanmama meselesinin bu şekilde ele alınışı, Tanrı ile dinin iç içe geçmesine karşı laikliğin temellerini sağlamlaştırmaya, toplumun felsefesiz kılınmasına karşı düşünsel bir atılım ya da ilerleme olarak görülmektedir.
Tanrı’nın soyut bir kavram olarak ele alınması, diğer bir deyişle felsefenin dahil edilmesi, felsefenin anlaşılmaz ya da sadece soyut bir karakter taşıdığı anlamına gelmemekte tabii, Anday için de. Aksi görüş, “felsefenin hiçbir işe yaramadığı, yaramayacağı inancı”na kapı aralar, bu yaygındır diyor Anday. Ona göreyse, felsefe “yaşam dışı düşünceler toplamı” değildir. “Felsefe hiçbir zaman yaşam dışı olmamıştır.” Felsefede somut olana işaret ederken, “Nasıl yaşarsam mutlu olurum?” sorusunun felsefenin temel sorusu olduğunu belirliyor. Bu sorunun karşılığını bulup bulamamamız değildir aydınlanmayı ya da aydınlanmamızı belirleyen, bu soruyu sormamızdır softadan farklı olarak.

Şimdi zemine felsefeyi yerleştiren bir şairin düşüncesine geldik, sanki Edip Cansever’den ve İlhan Berk’ten farklı gibi -ortaklıkları çok fazla olmasına rağmen- bu iddiamı güçlendirmeye gayret edeceğim. “Felsefesiz toplum, politikasını, ekonomisini, eğitimini, ahlakını düzeltemez, yoluna koyamaz, iyileştiremez. Bu işleri başarabilmek için bilinçli olmak gerekir ve bilinçlenmenin tek yolu felsefeden geçer; çünkü felsefe soru sorma sanatıdır” diyor Anday. Soru sormak ile yasaklamak birbiriyle çelişir. Doğru nedir? İyi nedir? Adalet nedir? Mutluluk nedir? Bunlar hep sorulagelmiş sorulardır. Düşünce değişen koşullarda, ki koşulların değişmesiyle şiirin biçiminin -ölçüsünün demiyorum- değiştiğini İkinci Yeni’de de görüyoruz, hep aynı soruları sorar. Yasaksa sordurtmaz. Toplumsal anlamda örgütlenmiş yasak, tarihsel olarak kendini gösterir, evriltir; oysa soruların ve cevapların evrilmesidir önemli olan. “Felsefe, özgürlüğün, laikliğin, eşitliğin temelini oluşturur. Özgürlüğe, laikliğe, eşitliğe kuşku ile bakılan yerde felsefe sevilmez, dahası ondan nefret edilir” der Anday. Bunun basit bir mesele ya da saptama olmadığı bugün olduğu gibi her dönemde aşikârdır.

Anday’a göre felsefesiz yaşamak, bilinçsiz yaşamakla eşanlamlıdır. Eski sınırlarına dayandığı vakit, Cemal Süreya’nın deyişiyle, kafiyesinde, vezninde, tekrara düşüyorsa şayet, biteviye aynı olanda cansızsa, ona akıl gerekmektedir, bilinç, felsefe. Andığım diğer şairlerin şiiri, felsefe içeren, felsefî şiir olmayı hak eden şiirler. Ne Doğu ne Batı olan, hem o hem o olan, ama dahası, kendi özgün kimliğini ve karakterini bulurken, bulmaya çalışırken, kendini belki yeni, belki kadim bir tinsel dünyanın oluşturucu/meydana getirici öğeleri kılan. Alman klasistleri Goethe ve Schiller, Alman romantikleri Schlegel kardeşler, Novalis, Hölderlin, Alman idealistleri Fichte, Schelling, Hegel de bunu savunmuşlardır. Şair siyasetle halk arasında, halkın kişi olmasının önündeki engelleri, çakıl taşlarını temizleyen, ufka baktırandır. Felsefenin hem kültürün içinde hem dışında olması gibi, halkın hem içinde hem dışında, çoğu zaman da karşı, karşıt. Cevabı her zaman olmasa da bu karşıt-kültürü ortaya koyan sorulardan vazgeçmeyen. “Felsefe soru sorma sanatıdır” diyor Anday, “Ve sorular da hiç boşa gidecek değildir.” Koşulların değişimi, her yeni koşulda aynı soruları tekrar tekrar sormamızı mümkün kılar: “Doğru nedir?”, “İyi nedir?”

“Bunalım geneldir” diyor Anday. Ne var ki herkesin yaptığının kendi açısından doğru ya da iyi olduğunun söylenmesi, “mutluluk özlemimizi karanlığa gömer.” Bunalımın, kaygının, endişenin, korkunun ve ölümün varlığı, mutluluk özlemimizin aydınlığı değildir, öznel ve bireysel olandan çıkma demektir, şiirin ve felsefenin kutbu, onların nesnelliğidir. Anday’ın dediği gibi, bunalımın genel olması nedeniyle “felsefeye her zamankinden daha fazla iş düşmektedir.”

“Savaşçı Olmayan Bir Asker” yazısında Anday, Einstein’ın, “akla aykırı olduğu için savaşın yüzde yüz ortadan kalkacağı”nı ileri sürdüğünden bahseder. Freud ise, “Savaş ortadan kalkmaz Sayın Einstein… Ruhumuzda sevgi ve nefret bir arada yaşamaktadır” şeklinde cevap vermiş. Bu görüş, aklın kendisini gerçekleştirmesi gerektiği yönündeki iyimser düşüncede yankılanır. Karşıtlıkları ortadan kaldıran bir düşünce mi, yoksa hep karşıtlıkta kalan bir düşünce mi? Burada neye karar verir insan? Bilinç ile bilinçdışı, akıl ile akıldışı?.. Edip Cansever üzerine yorumlarımızda olduğu gibi, soyutu somuttan ayıramamak gibi, bunlar da ayrılmaz yanlar mıdır? Peki, bir olgu olarak ayrılamasalar da şiir ya da felsefe, bu ayrılamamaya ne der? Olguda mı kalır?

Aklın dünyaya egemen olmaması olgusu, varoluşçuluğun kendinden önceki gelenekle ilişkisinde, diğer bir deyişle bilinçdışının, karanlığın izinde, “saçma” olanı merkeze almasını gündeme getirecektir. Kavranılamayan ve aklî olmayan şeydir saçma, bir haletiruhiye. Göklere çıkartılması dünyanın sorunlarını maalesef ki çözmüyor. Absürt, sanıyorum Anday’ın saçmayla kastettiği; dünyanın bilinemez oluşu, yaşamın aklî ya da rasyonel olmayışı saçma ya da absürtün gerçekliğini onaylıyor. Tarihte bu durumun, eş deyişle şerrin hayra, kötülüğün iyiliğe, çatışmanın uyuma doğru gideceği düşüncesi hâkim olmuş. İlerlemeden anlaşılan bu olmamalı. Bir taraftan da kanlı olanın, savaşın insanlara öğrettiği başka bir şey yok mu? Barış ve birlik dediğiniz zaman bu soyut düşünce asıl anlamını bulmuyor; dahası, saçma olan, Anday’ın düşüncesinde bir görevin icrasını, koşulsuz bir şekilde itaati de hazırlıyor. Kötülüğün Sıradanlığı eserinde Eichmann için Arendt benzer bir şeyi dillendirmemiş miydi? Görevini harfiyen yapmak dışında hiçbir karar mekanizmasını işletmeyen bir insan, irrasyonel olanın da faili olmuştu; onun nezdinde sorumluluk suç olamazdı!

***

“Gökyüzünü seyretme”nin takvimi olmaz, ne de şiir ve felsefenin takvimi olur. Zamanı ve zamansızlığı ele alıp tefekkür etmeyi değil, “süre”yi önemsiyoruz. İkincisi hakiki umut içermez. “Hep ‘geçip gitme’ olayı üzerinde duruyoruz. Elbet ömrümüzü de bu araya soktuğumuzdan, üzüntüye kaptırıyoruz kendimizi. Boşuna! ‘Yıl’ geçip gittiğini bilmiyor oysa. Bilen sadece insandır. Az şey mi?” diyor usta. “Yeni olan” yılla gelmeyecek, bilme ve eyleme cesareti gösteren insanla gelecek, sadece insanla değil!

Dil, emek ve ateş… işte bizim üçlümüz budur
Devrilen geceden sabaha, sessiz mazgalına geleceğin
Doğumun kabuğundan, ölümün çekirdeğine değin
Yok başka su, başka toprak