142 yıl önce doğdu. Hala capcanlıdır. 1953’te ölen sanki başkasıymış gibi yaşar aramızda Neyzen. Hiçbir malı mülkü olmamıştır. Doğduğu gibi “çıplak” yaşamıştır.

Memleketin en tanınan bohemi hâla aramızda

Mehmet ERDEM

Yaşasaydı 142 yaşında olacaktı. Ölüm yıldönümüydü dün. Memleketin en büyük, en tanınan “bohemi” derlerdi onun için. Özellikle sergilediği her şeye boş vermişlik üzerine kurulu yaşamının bir itiraz tutumu olduğunu anlamak kolay değil pek kimilerince. Oysa, toplumsal olaylara hiç kayıtsız kalmadı. Eski tip karyolaların delikli ince demirlerinden, güçlü nefesiyle ney sesi çıkaracak kadar usta bir neyzendi tabii ki. O nedenle muhteşem bir enstrümantal olan neyin üstadı olduğunu vurgulamak için kullanılan Neyzen sıfatı ilk adına dönüştü. Asıl ismi Tevfik Kolaylı’dır.

Hicvin gücü nedir diye merak eden varsa Neyzen Tevfik’in dizelerine başvurmalı. Semirip, zenginleştikten sonra kendisini görmezden gelen, üstüne zenginliğini belli etsin diye pahalı bir kürk de geçirmiş sonradan görme eski bir tanıdığına, “üstündeki kürk gerçek sahibini hayvanlıktan kurtaramadı, seni hiç kurtaramaz” deyişi unutulur gibi değildir. Bu kadar yerinde bir eleştiriyi kim yapabilir? Müthiş bir zekaydı. Onu sıradan bir alkolik sanıp küçümseyen, dar bir yolda karşılaştıklarında “Ben serserilere yol vermem” diyen bir hadsize, aynı dar yolda kenara çekilerek verdiği yanıt müthiştir: “Ben veririm”. Birine serseri demenin bu kadar ince başka yolu var mıdır gerçekten?

SİTEMİ SESLENDİREN İSİM

Neyzen, toplum bireylerinin kolayca dile getiremeyeceği sitemi, itirazı, gerektiğinde küfrü onlar yerine seslendiren adamdı. Alkol düşkünlüğü, “berduşluğu” iyi bir kalkandı hedef olmaması için. Onunla baş edemeyen otoriteler “Neyzen’dir ne yapsa yeridir” demekle, bir hoşgörü sergilemekten çok onu dizginleyemeyişlerini itiraf etmişlerdir aslında.
Çok içerdi elbette. Ayık gezdiği bir dakika bile yoktur; o nedenle “Alkolünde şu kadar miktar kan bulundu” esprileri yapılırdı. Dönemin alkol düşmanı İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, Neyzen’i çok severdi, doktoruydu da zaten. Zaman zaman kapatıldığı Bakırköy Akıl Hastanesi’nde çok bakmıştır Neyzen’e. Bir gün alkolün kötülüklerini anlattığı bir konferansına Neyzen de gitmiştir. Gökay dinleyenlere, önüne biri içki diğeri su dolu iki kova konan bir eşeğin suyu seçtiğini anlatarak sorar: “Neden seçti?” Yanıt salonda arka yerlerde oturmakta olan Neyzen’den gelir: “Eşek de ondan”.
Bakın cesaret isteyen şöyle bir anısı vardır; başkalarının anlattığı. Atatürk’ü çok severdi, öldüğünde başını taşlara vurarak neredeyse, ağladı derler. Doğrudur. Dünyanın parasını verseniz istemezse tek bir nağme çalmaz neyiyle. Öyle de bir adam. Atatürk bir gün içki meclisine çağırır Neyzen’i. Gider haliyle Neyzen. Orada muhteşem sanatını sergiler, çaldığı neyle hayran bırakır kendini oradakilere. Alkol, muhabbetin seyri derken bir kenarda unutuverirler Neyzen’i. Sanatçı adam sonuçta, hassas, incinir, kimseye haber vermeden sessizce ayrılır mekandan. İlk fark eden Atatürk olur. Kırıldığını düşündüğü Neyzen’i bulup getirtir huzura; över, özür de diler. Neyzen gibi adamların kalp kırıklıklarını dile getirmelerinin önünde engel yoktur, Atatürk de olsa karşısındaki. İyi de bir hiciv şairidir elbette; iki üç dizeyle taşı gediğine koyar: “Sanmayın ki ciddiyetle ile sarf ederim sanatımı/ Ney elimde suyu kurumuş bir musluk gibidir/ Bezm-i meyde süfehanın saza meftun oluşu/ nazarımda su içen eşeğe ıslık gibidir”. Yani, ney bana para getiren bir saz değildir, zevkim için çalarım. İçki aleminde saza düşkün olan çoluk çocuğa ney çalıyor oluşum, su içen eşeğe ıslık çalmak gibidir diyor. Anadolu’da eşeklere su içerken ıslık çalarlar, daha kolay içtiğine inanıldığı için. Neyzen’in içki içerken çaldığı neyi dinleyenlere yönelik imasına bakar mısınız?

HASSAS YÜREĞİ İNCİNDİ

Elbette kimse sesini çıkaramaz. Hassas bir yürek incitilmiş, onu ney üfleyen sıradan biri gibi görmüştür o meclistekiler, katlanacaklar elbette.

Kolay kolay kimseden bir iş istemez. Sevildiği için çevresi geniştir, bir dediğini iki etmeyecek dostları vardır; yeter ki meclislerine lütfedip gelsin, iki dize şiir söyleyip, bolca ney çalsın. Tabii severler. Bulunur mu böyle hem ruha hem zekaya seslenen bir adam. Şairdir, müzisyendir bu Mevlevi, kim sevmez ki? Ama sonradan kim oldum delisi olan dostları (!) da yok değildi. Bunlardan biri bir milletvekilidir. Dedim ya çok tarzı değildir bir şey istemek ama nedense işi düşmüş aramış. Her arayışında “yok” dedirtmiş kendine belli ki. İyi ki de böyle olmuş; hiciv edebiyatımızın en muhteşem örneklerinden biri çıkmış ortaya, ne hoş. Bakın nasıl yer ile yeksan ediyor o milletvekilini: “Kime sorduysam seni doğru cevap vermediler/ kimi hırsız, kimi alçak kimi deyyus dediler/Künyeni almak için partiye ettim de telefon/ Bizdeki kayda göre şimdi o mebus dediler”.

Madem Neyzen gibi bir dost edinmişsin, değerini bilecek, görmezden gelmeyeceksin. Sonradan ulaştığın makam, mevki gözünü kör etmeyecek. Osmanlı’nın son dönemleridir. Beyoğlu’ndan Abdülhamid’in merasim kıtası geçmektedir. Üniformaları pahalı kumaştan yapılmış pırıl pırıl görünümlü askerler. Görenin gözünü kamaştırır. Onları izleyenler arasında Neyzen de vardır; hangi bölüğe bağlı olduklarını anlayamadığı için yanındaki birine sorar: Kimdir bunlar. Aldığı yanıt “Abdülhamid efendimizin kullarıdır” olunca, gözlerini yukarı dikip sessizce mırıldanır: “ Bir şu Abdülhamid’in kullarına bak, bir de senin kulun olan bana bak”.

EZİLEN YİNE EZİLMEKTE

Meşrutiyet ilan edilmiştir memlekette, 1908’de.
Sevinmiş, desteklemiştir.
Ama bakar ki değişen bir şey yok, ezilen yine ezilmekte, ezen gayet memnundur.

Şu dizelerle anlatır yeni durumu: Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti/ Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti”.
Dindardı, samimi olanlarından elbette. İçkide, şarapta bulduğu “ilahi aşktır”, ben anlamasam da. Ne olduğunu çekinmeden açıklamıştır da zaten: Mey’de Bektâşi göründüm, Ney’de oldum Mevlevî/ Meşrebim Mollâ-yi Rûmî, mezhebim Bektâşi.

142 yıl önce doğdu. Hala capcanlıdır. 1953’te ölen sanki başkasıymış gibi yaşar aramızda Neyzen. Hiçbir malı mülkü olmamıştır. Doğduğu gibi “çıplak” yaşamıştır : “Deli gönül, neyi özler durursun?/Acınacak dostun, cananın mı var?/Dünya yansa yorganım yok içinde/Harap olmuş evin, dükkanın mı var?

Aslında vardı. Onu sevenlerin kalbinden daha yüce mekan olur mu ki?