Hemen her genç kız gibi ben de ailemin ‘Sana güveniyorum ama etrafa güvenmiyorum’ sözüyle büyüdüm

Mesele mini etek değil, hiçbir zaman da olmadı...

ELİF DOĞAN

Hemen her genç kız gibi ben de ailemin ‘Sana güveniyorum ama etrafa güvenmiyorum’ sözüyle büyüdüm. Küçük bir şehirde yaşıyorduk, ‘devir kötü’ydü,  ‘etraf’ daha kötüydü, kötü bakışlı, kötü niyetli insanlar vardı ‘etraf’ta... Bu kötü insanların içindeki kötülüğü harekete geçirmemek için dikkatli olmalıydın, kimseye fırsat vermemeli, ortamına göre giyinmeli, ortamına göre davranmalıydın. 
 
Gel gör ki, benim de içinde bulunduğum oldukça geniş bir genç kız grubu, ‘etraf’a güvenemeyeceğimiz için belirli kısalıkta etekler giymemeye başladığımız yaştan çok önce, henüz etekleri ‘döndüğümüzde ne kadar açıldığına göre’ değerlendirecek yaşlardayken ilk cinsel tacizimizi yaşamıştık... Üstelik de hiç çalışmadığımız bir yerden gelmişti sorular: aile içinden. Herkes ‘etraf’a güven olmaz demişti; ama aile içinden, aile babası, anne-babalarımızın ‘abi’ dediği insanlara güven olmayacağı kimsenin aklına gelmemişti...
 
İşte cinsel taciz böyle bir şeydi.  Cinsel taciz, taciz edilen kişinin yaşıyla, etek boyuyla, kahkaha atmasıyla, dekolte giymesiyle, başının açık ya da örtülü olmasıyla ve “tahrik etmesiyle” alakalı değildi. Taciz, taciz edenin içindeydi ve onu ortaya çıkarmak için karşıdakinin mini etek giymesine, kırmızı ruj sürmesine ve hatta bunları yapabilecek yaşta olmasına bile gerek yoktu. 
 
Güzel Türkçemizdeki ‘dişi köpek kuyruk sallamazsa erkek bir şey yapmaz’ sözü öylesine içselleştirdiğimiz bir şey ki, birçok cinsel taciz mağduru, taciz edilmesini kendine bile bu mantık çerçevesinde açıklamaya çalışıyor: ‘Ama eteğim çok kısaydı, ama içkiliydim, ama güzelim, ama ama ama...’ 
Bu ülkede kadın olmak kolay değil, hiçbir zaman da olmadı. Kız çocuğu olmanın da kolay olmadığı gibi.. 
‘Henüz girmiş 13-14 yaşına, edalı işveli, köylü güzeli’ şarkılarının söylendiği, 16 yaşında kızlara tecavüz edenlerin ‘kızın rızası vardı’ denilerek salıverildiği, ‘Baldız baldan tatlıdır’ hikâyelerinin anlatıldığı bu ülkede kız çocuğu olmak hiçbir zaman kolay değildi. Oğlanlar parkta bahçede çişleri geldiğinde en yakındaki ağaca yapıverirken, bizim köşedeki çay bahçesinin tuvaletine yürümemiz gerekti. Oğlanların erkekliğe geçişleri sünnet düğünleriyle kutlanırken biz kızlar reglimizi herkesten sakladık, bakkaldan aldığımız pedleri gazete kâğıdına sarıp siyah poşetlere koyarak verdiler elimize, sanki utanılacak bir şey taşıyormuşuz gibi... Oğlanlar sıcak havalarda yarı çıplak basketbol oynarken biz sutyenimizin rengini belli etmeyecek tişörtler giydik üstümüze... Biz bacaklarımızı açarak oturduğumuz için ‘Doğru otur!’ diye azarlandık da, oğlanlar amcalara pipilerini ne kadar gösterirse, ne kadar ‘erkek adam ağlamaz’sa o kadar sıvazlandı sırtları.  
Sonra ne oldu? Biz kızlar otururken bacaklarımızı kapatmayı öğrendik, ama otobüste bacaklarını aça aça oturmayı marifet sanan adamların tacizine uğradık. Biz pis bakışlara maruz kalmayı göze alamadığımız zamanlarda usturuplu (!) giyindik, ama mini eteklisinden çarşaflısına kadar her birimiz ellendik, dokunulduk, sıkıştırıldık, laf yedik. ‘Kız başımıza’ gecenin bir saatinde sokağa çıkmamayı öğrendik; çıkmamız gerektiği zamanlarda minibüste şoförle yalnız kalmamak için son inenle birlikte inip yürüdük, bindiğimiz taksinin plakasını annemize, sevgilimize, kocamıza haber verdik.  
 
Elimizden gelen bir tek bu vardı çünkü. Karşı tarafı değiştirmeye gücümüz yetmediğine göre kendimizi kamufle etmeli, korumaya almalıydık, çünkü bu ülkede kadın olmak bunu gerektirirdi. 
Sonra Özgecan oldu. Özgecan öldü. Öldürüldü. 
Özgecan ne ilkti, ne de son olacaktı... Ancak kendinden önce gelen ve belki de kendinden sonra gelecek onca kadından farklı bir şeye sebep oldu Özgecan: Kadınlar konuşmaya başladı... 
#sendeanlat diyerek başımıza gelenleri anlattıkça biz kadınlar, yavaş yavaş uyanmaya başladı bir kısım insan... Hikâyelerini gördükçe günah çıkarıyor, ‘hiç görmemişiz, bilmemişiz’ diyor, özür diliyor bazı erkekler... Kendi adıma, özrünüzü kabul ediyorum. Teşekkür ederim. Ama yeterli değil. Popüler bir tabirle ‘yetmez ama evet.’ Daha doğrusu, ‘Evet ama yetmez.’
Özür yeterli değil ‘beyler’. Kafanızın içini değiştirmeniz lazım. Annelerinizle başlayabiliriz işe... Hani şu çok ‘kutsal’ olan, ama her ne hikmetse birine nefret kusmak istediğinizde ilk aklınıza gelen annelerle... Annelerle, annelikle uğraşmayı bırakın. Annelere insanüstü, kutsal ve dokunulmaz bir varlık muamelesi yapmaktan da, birine kızdığınızda onun annesine küfretmekten de vazgeçin. Rahat bırakın anneleri ve devamında tüm kadınları...  
Bir kadından bahsederken gıyabında ‘hanım’ diyerek, ‘bayan’ diyerek inceltmeyin ‘kadın’ sözcüğünü. En entelektüeliniz bile yapıyor bunu... Kadın olmak kötü bir şey değil; siz nasıl erkekseniz, biz de kadınız, bu kadar basit.  
 
Aynı şekilde, kadın olmayı bir hakaret unsuru olarak da kullanmayın. Bir tavrı, bir davranışı, bir tutumu aşağılamak için ‘kadın gibi’, ‘karı gibi’, ‘kız gibi’ demeyin. Oğullarınıza ‘kız gibi ağlama’ demeyin, cesur bir kız çocuğuna ‘erkek gibi’ yakıştırması yapmayın. 
Bana yardımcı mı olmak istiyorsunuz? Hayatımı kolaylaştırmak mı istiyorsunuz? Tehdit edilen yaşam hakkımı bana iade etmeye ortak olmak ister misiniz? O halde bana abla/bacı/yenge muamelesi yapmaktan vazgeçin ve beni insan yerine koyun. Beni korumak için sarf ettiğiniz çabayı (gece yalnız yürümeyeyim diye beni eve bırakmak) beni korumanızı gerektiren şartları ortadan kaldırmak için harcayın (gece beni eve bırakmanızı gerektirmeyecek nitelikte bir ortam yaratmak).
Ben bir kadın olarak, kimsenin koruması gereken nadide bir çiçek değilim...
Kimsenin anası, bacısı, yengesi olmak zorunda değilim.
 
Ben bir kadınım, ama öncesinde bir insanım. Ve insan gibi davranılmak istiyorum.
Ne eksik, ne fazla.