Gezi davasında hukuksuz biçimde 18 yıl hapse mahkûm edilen isimlerden Can Atalay’ın Silivri Cezaevi'nden BirGün Pazar için gönderdiği mektubu yayımlıyoruz.

Mesele sadece ‘üç beş ağaç’ değil, mesele müşterek geleceğimiz...
İllüstrasyon: Murat Başol

Can ATALAY

Geçmiş mi?

Gezi Direnişi geçmişte yaşadığımız bir “hoş”luk, bir anda ufukta belirip hemen sonrasında kaybolan bir “serap” değildir.

Gezi -artık dokuzuncu yılında- tarihsel bir başlık olduğu kadar geleceğimize ilişkin bir bahistir de. Gelecek hepimizin ellerindedir.

Geçtiğimiz bir aylık sürede gerek Saray-AKP iktidarının gerekse de muhalefetin tutumu Gezi’nin salt Erdoğan’ın zihninde değil, Türkiye’nin birbirinden çok farklı toplumsal ve siyasal kesimlerinde “canlı bir hafıza”, Türkiye’nin geleceğine ilişkin ise herkesin kendini konumlandırabileceği canlı bir “koordinat” olduğunu gösterdi.

İktidar blokunun küçük ama önemli ortağı MHP’nin benzer durumlardakine kıyasla kullandığı son derece ihtiyatlı dili de; “Gezici”liği sadece sola bırakmayacağını son derece iddialı biçimde ilan eden Akşener belagati de tarihsel bir tartışmaya değil, Türkiye’nin geleceğine ilişkin konumlanmalara işaret etmektedir.

Herkesin kendi itirazını alıp geldiği, bu toprakların gördüğü en yaygın, kitlesel ve zulüm karşısında hiç geri basmayan bir direnişe ceza yağdırılmasına ilişkin bu denli çoğulcu itiraz Türkiye’nin çoğulcu geleceğine ilişkin bir olanak olarak değerlendirilebilir.

Gezi davasının başından bu yana tutuklu olmayan, kaçmayan, kaçmayacağını duruşma salonunda söyleyen, yurtdışı çıkış yasağı olmamasına rağmen gitmeyen, iş için gittiği yurtdışından işi biter bitmez memlekete dönen insanlarla ilgili 4 Mart 2022 tarihli mütalaada da “tutuklama” istenmemişken, 25 Nisan kararı ile ağır cezalara çarptırılmalarının ötesinde tutuklanmış olmaları bu nedenledir.

Gezi davası ile ilgili Saray’da toplantılar yapıldığı, bu toplantılarda verilen kararlara muhalif kalan Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün (Kaşıkçı Dosyası ile ilgili karar ile birlikte) bu gerekçe ile istifa ettiği biliniyor. 4 Mart’ta “Ceza alsınlar ama tutuklanmasınlar” diyen “üst akıl” 25 Nisan’a gelindiğinde kararını değiştirmiştir.

25 Nisan kararı, geçmişle değil gelecekle ilgilidir. Mesele biz değiliz, mesele tüm topluma ve demokrasi güçlerine tanım yerindeyse ayar vermektir.

25 Nisan kararı ile Gezi Direnişi’nde yan yana, omuz omuza olan milyonların tümünün, duruşma salonunda bulunan herkesin müşterek hafızası ve fikri teslim alınmak istendi. 22 Nisan’da gelenekten geleceğe devrolan o sözle yanıt verdik: “Asıl siz teslim olun!”

Geleceğe doğru ise ısrarla vurguladık. “Gezi Direnişi’nin toplumsal, siyasal ve hukuki bakiyesini onurla taşırız...”

Peki ya gelecek? Özellikle yakın gelecek?

25 Nisan kararı ile Gezi Direnişi’nin kamu yararını savunan meslek odalarının ısrarlı takibi ile sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadele edenlerin gözlerini budaktan esirgemeyen barışçıl ve kararlı tutumları ile ilk ivmesini kazandığını hiç unutmayalım.

Hemen sonrasında ise “ağaca sarılmış gence” bitmez tükenmez zulme karşı devleşen öfkeyi, muktedirin kibrine ve yurttaşın haklarını tasfiye eden ama yükümlülüklerini en başa yazan bu istibdat rejimine karşı herkesin kendi itirazını alıp sokağa çıktığını unutmayalım.

Her türden, her boydan itirazın birinin diğerine “Daha önce ne yapıyordun?” diye sormadan, geleceğe ilişkin bir taahhüt talep etmeden, kimsenin kimseyi siyasal/demokratik tutumu/pozisyonu nedeni ile düşmanlaştırmadığı, herkesin demokratik bir ortamda sözünü söylediği, varoluşunu ifade ettiği, hepimize yer olduğu için konum kavgası yapmadığı bir yoldaşlık, kardeşlik ortamı AKP seçkinlerinin en korkulu rüyasıdır.

Tayfun arkadaşımın veciz ifadesini yinelemek isterim: “Gezi bir aşağıdan kardeşleşme halidir.”

İstibdat rejimi açısından Gezi bu nedenle de başa çıkılamaz niteliktedir.

Doğrudur, Gezi’nin kapitalizmin ötesinde bir ufka işaret eden özelliklerine, Taksim Komünü’nün “metasız parkı”, dayanışmacı, eşitlikçi kısa ama önemli pratiklerini unutmamamız, unutturmamamız zorunludur.

Ancak bugün, esas olan bu istibdat karanlığının nasıl aşılacağıdır. Bu karanlık “Gezi ruhu” ile aşılacaktır. “Karanlık gider, Gezi kalır”.

Bugün ayrım istibdat karanlığını derinleştirmek isteyenlerle demokrasi güçleri arasındadır.

Karşımızdaki tehlikenin ne kadar “somut” ve ne kadar “yakın” olduğu bu kadar açıkken öncelikler sıralamasını son derece net yazmalıyız: Çizginin “demokrasi” yanında olanlar doğal ittifaktır.

Günümüzün ihtiyacı, Gezi’de kendi kaderini tayin hakkına dört elle sarılan yurttaşlık mücadelesi/çizgisi üzerine müştereken inşa edilecek bir demokratikleşmedir. Gezi Direnişi, Türkiye tarihinde eşine az rastlanır bir çoğulculuk örneğidir.

Bu yazının sınırları içerisinde Silivri’den dışarıya sözümüzü ilk ulaştırdığımızdaki vurguyu yinelemek yeterli olacaktır! “Cumhuriyetimizi savunacağız ve Cumhuriyet’i demokratikleştireceğiz. Cumhuriyet’in yüzüncü yılında 84 milyon olarak birbirimize armağanımız Demokratik Cumhuriyet olacaktır.”

Kuşkusuz, istibdat karanlığının aşılması sürecine ve sonrasına ilişkin farklı yaklaşımlarımız var. Bizim, sosyalistlerin de bu sürece ilişkin öneri ve eleştirilerini en kuvvetli şekilde ifade etmesi ama daha da önemlisi sürece etkide/katkıda bulunması gerekiyor.

“Aşağıdan bir kardeşleşme” pratiği olarak Gezi’nin işaret ettiği demokratik bir toplumsal ve siyasal yaşamın müştereken inşasıdır. Demokrasiden yana duranlara düşen bu süreci başlatmaktır.

“Bu daha başlangıç...”

Silivri’den selamlar...

Gezi davası tutuklularının mektup adresleri:

•Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Hakan Altınay’ın mektup adresleri:

Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü 9 No’lu Cezaevi, Koğuş No: A47 Silivri, İstanbul

•Osman Kavala:

Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü 9 No’lu Cezaevi, Koğuş No: A7/C-59 Silivri İstanbul

•Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater ve Mine Özerden’in mektup adresleri:

Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, İstanbul