“Bende resim başka türlü, yazı başka deneme başka türlü çalışıyor. Yazı alanında denemeler, bazen anekdot gibi giriveriyor hikâyenin içine…” diyen Mehmet Güreli ile yazının çatallanan yollarında yazınsal dünyasına giriş yapıyoruz.

Meteordan ayrıldığımı ‘kimse bilmez’

Çağla AĞIRGÖL
caglaagirgol@gmail.com

Mehmet Güreli yazar, ressam, müzisyen ve yönetmen kimlikleriyle tüm renkleri içinde barındıran bir gökkuşağı. Güreli’nin edebiyatına eşlik eden birçok imge, dokunuş ve felsefi öz var. Son öykü kitabı Şehirli Karınca; sinema, edebiyat, müzik ve resim üzerinden hayatın izini süren yazınsal bir yolculuk.

“Kimse benim meteordan ayrıldığımı bilmiyor” diyen Mehmet Güreli ile parçalanmanın serüvenini konuştuk.

Müzisyen, ressam ve yönetmen kimliğinize eşlik eden tüm ara alanları ve renkleri kucaklayan, birbirini besleyen çok katmanlı bir yazınsal dile sahipsiniz. Edebiyatınıza eşlik eden pek çok imge pek çok dokunuş pek çok felsefi öz var. Eserlerinizin bütününe baktığınızda nasıl bir dil ve bellek yolculuğundan bahsedebilirsiniz?

Aslında bir bütünün içinde kendinin parçalanması değil; ama bütünleşmek de diyemiyorum buna. Çok sevdiğim şeylerin içinde kavrulurken birdenbire çoğaldığım bir nokta var. Sonra da geri dönemediğim hepsine devam etme arzusu…Geri dönme arzusu yok bende. Çevremde bazen şöyle bir şey duyuyordum:“Oradan, bu tarafa kay. Oradan, bu tarafa git...”Beraber bir şeyler yaptığım herkes aslında kendi alanlarının insanlarıydı. Bende oradan çıkıp başka bir yere gidiyor gibi oluyordum. Dolayısıyla bir yalnızlığım da vardı; bir yerlerin içine giriyor,çıkıyordum ve bu giderek çoğalmaya başladı. Hiçbirinden de vazgeçmedim. Vazgeçmememin tek nedeni hakikaten o işleri çok sevmemle ilgili. En erken başladığım sinemaydı, sonra müziği keşfettim. Ritim duygumu ailemin içinde keşfettim. Sonra edebiyatla olan ilişki başladı. Okumaya başladım. Bir sürü şeyle karşılaştım. Resim evimizin içinde vardı, abim ve babam resim yapıyorlardı. Ben o işe, en son girdim. Sonra baktım ki resim de başladı bende. Oturduğum yerde kendimi çiziyordum bir zamanlar. Elimin yatkınlığını hissedip karikatüre geçmiştim. Ondan sonra da yağlıboyayla karşılaştım. Yağlıboya, başlı başına beni aldı götürdü. Yağlıboyadan sonra suluboyaya döndüm. Şimdi yağlıboya ve suluboyayı beraber götürüyorum. Yeni bir keşif gibi her şeyi zamanın içinde yapmaya çalışıyorum.Bunları yaparken aynı zamanda bir filmi, bir şarkıyı, bir hikâyeyi ve denemeyi de düşünüyorum.Yazıyla ve sinemayla, müzikle, resimle iç içe yaşıyorum. Artık hangisine aitim bilmiyorum. Çünkü hepsiyle beraber bir akrabalığım oluştu, bir bütünle birlikte yaşamak gibi bir şey bu.

meteordan-ayrildigimi-kimse-bilmez-894731-1.

'DENEME' YAŞAM BİÇİMİM

Son öykü kitabınız Şehirli Karınca içiçe geçmiş düşüncelerden, birbirine karşılık gelen çapraz sorgulamalardan yola çıkarak bir iz sürüyor. Kurguyu, dili, edebiyatı bambaşka bir soruna havale eden bir bakış bu. Sinema, edebiyat, müzik ve resim üzerinden bir nevi, izin izini takip eden bir yazınsal uğraş sizinkisi. Bu iz sürmenin öykücülüğünüzdeki karşılığını nasıl görüyorsunuz?

Aslında bunu benim değerlendirmem çok zor. Önce öykü yazarak başladım. Öykünün anlatılır bir şey olduğunu daBorges’ten daha sonra öğrendim. “Öyküyü anlatırsınız,” diyor.Bunun önemine çok inanıyor. Borges, hiçbir zaman çok uzun şeyler yazmamaya çalıştı. Sanki ben, bu cümleyi biliyormuş gibi yola çıkmıştım. Yani ‘shortstory’ dediğimiz anlayışta biraz Edgar Allan Poe, Sait Faik esprisinde olduğu gibi. Bunu kendi geleneğimde çok erken okuduğum yazarlar olarak örnekliyorum. Elbette buna Çehov’u da katabiliriz. Bu insanlarla birlikte kısa kısa, enstantaneler anlatır gibi, kısa filmler çekmeyebaşlamıştım. Bu tip aklıma esen parçaları hayatıma koymaya çalışıyordum. Sonra yıllar içinde bunlar, başka türlü mesleklerin içinde doğan anekdotlar olarak çoğalmaya başladı. Onları da serpiştirmeye başladım. Hepsi birbirini besleyince bu sefer hafif ‘essai’, yani ‘deneme’ dediğimiz türle hayatımın içinde de çeşit çeşit şeylerden bahseden bir adam halini aldım.‘Essai’ benim aslında yaşam biçimim gibiydi. İşte, öğrenmeye başladıkça çoğalmaya başlıyorsun.

John Berger, “Görme sözcüklerden önce gelmiştir” diyordu. Aynı zamanda bir ressam olarak görmek ve kelimeler arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Kendi yazınsal deneyiminizi nereye oturtuyorsunuz?

Bu da çok geniş, sonu başı olmayan bir soru. Tam cevabını vermeyi isterdim; ama şöyle bir şey var, bende neyin başlayıp nerde neyin bittiği tam belli olmadığı için, bunu bir itiraf gibi de alabilirsin, somut bir gerçeklik gibi de düşünebilirsin.Benim en çok yazıda bağlandığım şey ‘büyülü gerçekçilik’, en çok etkisi altında kaldığım sürrealizmle başlayansonra büyülü gerçekçilikle devam eden süreç önemli. Bana göre büyülü gerçekçilikBorges’te zirveyi bulmuştur.Aslında Cortazar’da, Edgar Allan Poe’da da bulmuştur. Bir sürü yazar, çizer yazabilirim, çizebilirim. Buralardan zaten bana görüntüler de geliyor. Ama sana şunu söyleyeyim, yazdığım şeylerin resmini yapmıyorum. Bende resim başka türlü, yazı başka deneme başka türlü çalışıyor. Yazı alanında denemeler, bazen anekdot gibi giriveriyor hikâyenin içine ve beni böyle alıp birdenbire bir kamarada, bir gemi yolculuğunda, ya da yürürken yokluyorlar. Onları çok rahatlıkla alabiliyorum hikâyenin içine. Resimde de öyle mesela. Renklerle nasıl baştan anlaşma yapmamışsam, resim de beni nereye sürüklüyorsa bırakıyorum. Bütün bunlar bir taraftan sinemayı da getiriyor. Resim yaparken daha çok film düşünüyorum. Yazarken de film düşünüyorum. Fakat film çekerken yazıyı düşünmüyorum. Ancak bir saniye sonrayı düşünüyorum; çünkü bazı şeylerde iki ya da üç şey aynı şekilde düşündürtmüyor seni.Görüntüleri düşünürken müzik düşündüğüm çok oldu. Ya da müzikleri düşünürken görüntüler geliyor gözüme, sonra oturuyorum onları kompoze ediyorum. Onları arkadaşlarla çalmaya çalışıyorum. Filmin içine koyuyorum. Bazen de çok doğru bir şey yaptığımı düşünüyorum. Aslında öğrenmekle ilgili bütün mesele. Denemekle de ilgili, kafandaki o şeyi cesurca denemek zorundasın.Bu iş acaba ‘olur mu olmaz mı?’yı düşünmek yerine denemeyi düşünmeye çalıştım hep. Hâlâ da çalışıyorum. Bütün mesele noktayı koymadan önce yetişebileceğin küçük bir araba olmalı. Ona binip hemen öbür taraftan dolaşıp tekrar onu halledebilecek bir flexibility, bir esnekliğin olmalı. Sanatı da böyle düşünüyorum. Bir cümle buldum diye üstüne “tamam” demek yerine bir daha bakmak, bu cümlede aksayan bir şey ‘varmı?’yı kontrol edecek zaman bulmak.Yine de en büyük sıkıştığımız şey zaman aslında.

Horatius, “Şiir de resme benzer” demişti. Öykü de şiirin ikiz kardeşi. Sizin öyküleriniz, anlatılarınızda resmin ışığı nereden geliyor, nereye düşüyor? Resim ve öykü arasında kendi yazınsal serüveninizi nereye oturtuyorsunuz?

Önceışıktan bahsedeyim. Işık aslında geçmiş yıllardaki küçük bir bilgi çalışması olarak Caravaggio’daRembrandt’ta zirveye çıkmış. Resim daha önceleri her yerden görünebilir bir şey olarak algılanıyor. Resmin başka yerlerden de başka ışıklarla beslendiği meselesi çok sonra gelen bir hikâye. Rembrandt’ın evini gezdiğimde evin küçüklüğüne şaşırmış‘Işık az giriyor eve’ demiştim. Resim de öyle bir anda algılanacak, işte gölgesini keşfettim diyeceğin bir şey değil. Senin durduğun yere göre, bakışına göre, mesafene göre…Algına göre anlam kazanan bir şey. O yüzden onun da dinamik bir tarafı var. Statik değil. Yaşayan bir hali olduğunu düşünüyorum. İçeride öyküler barındırıyor. O öyküleri bazen çözemiyoruz biz. Böylece bunun üzerine filmler yapılıyor bugün. ‘Buradaki adamın sırrı nedir?’ gibilerden. Bu niye burada duruyor, gibilerden. O yüzden resim, belki de sinemayı haber veriyor. Hani Lumiere’in, Goethe’nin “ışık ışık” derken Lumiere dediğini söyler Gauda, espri yapar,“O sinemayı kastetti” der, “Lumiere kardeşleri kastetti” der. Çünkü Almanca “licht”, “lumiere” (ışık) demek. O bağlantıyı kurmuştur Gauda. Bir espri yapmıştır. Her resmin içinde başka başkahikâyeler var. O nedenle benim içinresimler hep başka bir maceradır. Çok sevdiğim ressamlar var. Onlarsız yapamam diyebilirim. Onları böyle açıp açıp masamın önüne koyup saatlerce baktığım olur. Matisse, Daumier, Rembrandt, Orhan Peker böyledir ve resimlerine bayıldığım insanlardır. Çok,çok sevdiğim ressamlar var ve onlar sinemacılar gibi benim odamda dolaşırlar.

BENİ İÇİNE ÇEKEN ŞEY SİNEMAYDI

Geçmişini geleceğini değil, varlığını arayan bir kişisiniz. Sizce görmek mi, kelimeler mi, notalar mı ya da beyaz perde mi varlığınızı duyumsadığınız yer?

Buna da cevap vermek zor; ama şöyle diyeyim. Sinemadan yola çıkıp parçalanmış bir adam gibi kendimi anlattığım oldu. Bu tam bir parçalanma olmasa da kendime ilk yapmam gereken sinemanın büyüsüydü. Kendi içimde hissettiğim, en büyük ilgi alanı ve beni içine çeken şey sinemaydı. Bütün bu şeyler sinemada noktalanıyor benim için. Çoğalıp duruyorum. Nereye kadar bu iş, ben de bilmiyorum. Dediğim belki doğrudur, o parçalanmanın öncesi belki de sinemaydı;yani bir meteor düşüyor, sinema böyle parçalanıyor.Bir bakıyorum gitar çalıyormuşum filan aslında… Daha önce meteordan düşmüşüm haberim yok gibi. Bir bakıyorsun ‘Kimse’ diyorlar benim meteordan ayrıldığımı bilmiyor. “Kimse bilmesin” belki de... Çıkış noktası belki bu, belki ama. Çünkü “Kimse bilmez” sözü Ömer Hayyam’ın sözü değildir. Benim ilave ettiğim bir sözdür. Ben onu Ömer Hayyam’ın dizeleriyle birleştirmiştim. ‘Kimse bilmez’ lafını, ben ilave etmiştim şarkıya. Bu da kayıtlara geçerse iyi olur.Çünkü ‘kimse bilmez’i de Ömer Hayyam söyledi zannediyorlar. Arayıp arayıp bulamayanlar da var. Bana söylüyorlar. Bence aramayın, sonradan ilaveydi bu.

'OKUDUKÇA UMUDUM ARTAR'

Türk öykücülüğünü genel anlamda nasıl buluyorsunuz? Dünden bugüne sınırlarını aşıp ufkunu genişletebildi mi?

Türk öykücülüğünü çok iyi bir yerde görüyorum. Sait Faik’ten bu yana okuduğum insanlar var; Şule Gürbüz, Faruk Duman gibi. Bu iki ismi bile söylesem, çok yol kat ettiğimi söyleyebilirim aslında. Başka isimler de söyleyebilirim; ama onlara daha hakim olmaya çalışıyorum şu anda. Ve bu insanlar geçmişle bugün arasındaki çok sıkı bir köprü izlenimi uyandırıyorlar. Başka insanların da hakkını yemek istemiyorum; ama şu anda ilgi alanım, bu iki yeni yazarla sınırlı. Hatta bir tanesi üzerine bir film yapmayı düşünüyorum. Şunu söylemem lazım, okuyan bir kuşak geldi, epeydir varlar.Son günlerde pek çok yazar öne çıkmış olabilir, hepsi beni bağışlasın. Herkesi okuyacak vaktim olmuyor. Zaman zaman okudukça okuyorum ama yetmiyor bazı şeyler. Ben bir şey söyleyeyim mi? Okudukça umudum artar benim.

Ali Teoman’dan da söz etmek isterim. Onu erken kaybettik. O çok önemli bir yazardı. Onu da filme almak istiyordum. Onu aramıştım bir gün. Kendisini anmak istiyorum burada. ‘Seni filme almak istiyorum’ dedim, sonra hasta olduğunu öğrendim. Sonra kaybettik onu. Ahbaplık kurduk, filmi konuştuk. Sonra yeni baskısında almak istediğim hikâyeyi bana ithaf etti. Şu anda bile beni çok sarstı. Çok erken kaybettik. Çok güzel şeyler yazacak bir kalemdi.

Siz kendi öykücülüğünüzü ve yazınsal anlayışınızı edebiyatımızın hangi noktasında konumlandırıyorsunuz?

Konumlandırmamdan ziyade beni konumlandırdılar. Son aldığım ödülle belki de bana bir tür ‘Sen de okunabilirsin’ duygusu aşıladılar. O yüzden çok mutluyum çünkü aldığım ilk edebiyat ödülü.Geleceği okumaya bağlıyorum. Yazmak, okumaktır aslında, anlatabiliyor muyum? Oradan yola çıkarak yayılması gerekiyor. Yazmayı öğrenmek okumaktır aslında. Büyük ustaları bilmiyorsan, beni okuyun demenin bir anlamı yok bence.

'ENDER ADAMLARDAN BİRİYDİ'

Bu yıl ilk kez Vedat Türkali ödülü düzenlendi.Sizde öykü ödülünü aldınız,bu çok kıymetli…

Çok kıymetli olduğunu her zaman söylüyorum. Sevindim. Vedat Türkali’yi de yakından tanıdım. Çok sevdiğim, tanışma fırsatı bulduğum çok saygın bir insandı. Çok önemli bir sanatçıydı. O yüzden de ayrı bir zevk, mutluluk duyduğumu söyleyeyim. Duruşu harika bir adamdı. Hiçbir zaman eğilmedi hayatında. İnsanda negatif bir duygu, düşünce uyandırmayacak ender adamlardan biriydi. Bu da çok az kişide olan bir şey. Bir de uzun bir hayata yayılarak, her zaman aynı stilde kendini böyle dimdik tutan, özü sözü bir dedikleri insan olmak makbul müdür değil midir tartışması bana düşmez. Ama benim için öyle bir insandı. Ve o yüzden ona saygım çok büyüktü. Bunedenle, o ödülü almış olmak benim için iki kere,üç kere daha sevindirici. Öyküden daha çok, o ismi taşıyan bir öykü ödülünü almak, beni daha mutlu ediyor ve sıcak geliyor. Bu ödülü ilk kez almak da güzel bir şey.