Yeryüzüne ve Yeryüzü üzerinde de kendi ‘küçük’ dünyamıza inebilmek için Edward Said’in üçlü kavrayışını yeniden çağırmak gerekiyor belki de: Dünya, metin ve eleştiri

Metin, dünya, ölüm: Mevsim Yas üzerine

ABDURRAHMAN AYDIN

Bir metnin bir şeyi yapmakta olduğu için değil de yapmamakta olduğu için iltifat görmesi pek sık karşılaşılacak bir durum değildir. Mehtap Ceyran’ın Mevsim Yas’ı da büyük oranda böyle karşılandı ne yazık ki: Bir mağduriyet söylemi üretmiyor! Bu karşılama biçiminin kendisi ise bir gösterge sisteminin çok derinlerine kök salmış bir arızanın bir semptomu olarak beliriyor. Bir grup insanın ne ürettiğiyle değil de ne üretmediğiyle ilgilenmek, bir benzerine ancak sömürgeci rejimlerde rastlanabilecek türden bir gözden ve dilden ırak tutma mekanizmasını ortaya koymaz mı? Yani daha baştan neyin söylenebilir ve neyin söylenemez olduğuna, neyin, nasıl söylenebilir olduğuna ilişkin sınırlar işbaşında değil midir bu türlü bir yorum ekseninde? Belirli bir söylem alanında neyin temsil edilebilir, neyin edilemez olduğuna dönük kararın kendisinde çalışan bir iktidar biçimi söz konusu değil midir? Hangi gizli Tanrı ya da tanrılar belirliyor bu kararla açığa çıkan sınırları?

Edward Said’in ifadesiyle, örtük bir teolojinin alanının göreli konforudur Ceyran’ın ne yaptığından ziyade ne yapmadığıyla ilgilenilmesine yol açan şey. Örtük teolojinin bu alanı tarihselliği de yok sayıyor; bir metnin içinde ortaya çıktığı ve üzerine söz geliştirdiği dünyayı da yok sayıyor. Bu türlü bir teori, tam da ötesine çekilmiş olduğu bir dünya üzerine söz geliştirmenin şehvetiyle, temsil örüntülerinin konforlu alanına çekilerek, Ceyran’ın sözüne bir meşruiyet bahşetme yetkisiyle donatıyor kendisini. Ama öte dünyaya çekilmiş olduğu için bir dünyası yok; Ceyran’ın bin bir zahmetle önümüze taşıdığı dünyayı da bu nedenle görmek istemiyor. Bu konforlu söz söyleme biçimi, bizzat içinde ortaya çıktığı dünya ve toplum hakkında konuşamaz duruma sürüklendikçe, Ceyran gibi yazarların da bir dünya hakkında konuşma gayretlerini akamete uğratıyor. Yeryüzüne ve Yeryüzü üzerinde de kendi ‘küçük’ dünyamıza inebilmek için Said’in üçlü kavrayışını yeniden çağırmak gerekiyor belki de: Dünya, metin ve eleştiri.

Paramparça olmuş bir dünya

Her metin gibi Mevsim Yas’ın da bir dünyası var; paramparça oluşuyla yüzleşmek zorunda olduğumuz bir dünya. Fakat bu yüzleşmenin gerçekleşebilmesi için de metnin, içinde ortaya çıktığı ‘dünyanın’ siyasal gerçeklikleriyle bağlantılarını da konu edinmek ve metnin kendisinin bu bağlantılarla girişilmiş bir hesaplaşma içerisinde iktidarın yüzüne hakikati haykırmasına tanıklık etmek zorundayız. O halde bu metnin ne yapmadığıyla değil de ne yaptığıyla ilgilenmek gerekiyor. Ancak bu ilginin de tahrif olmuş bir biçim içerme tehlikesi barındırdığını belirtmeliyim. Kendi adıma, bundan örneğin on yıl kadar önce olsaydı, anlatıcı kişi olarak bir öğretmenin seçilmiş olmasını, romanın başkişisinin bir öğretmen olmasını dert edinebilirdim. Bu bakımdan, kelimenin özel bir anlamında ‘patetik’ bir metin olduğunu ileri sürerek, kendimi de bir tür konformist bir konuma çekerek rahatlayabilir ve bu rahatlıkla söz üretebilirdim metin hakkında. Fakat bizzat bu tutumun kendisinde, bir tür kaydetme girişiminin söz konusu olduğunu düşünüyorum. Yani örneğin Mevsim Yas metnini kötü kotarılmış bir ‘pathos’ kavramına kaydederken, bu metin üzerine kendi sözümü de bir ‘ethos’a kaydetmekte olduğumu da göremeyen bir konformizden söz etmeye çalışıyorum. İki farklı yol, fakat tuhaf bir biçimde aynı konformizme çıkıyor. Çevrelendiği kültürel göstergeler sistemi nedeniyle belki…

Fakat biraz yoklayınca, romanın başkişisi hakkında kötü bir ilişkinin yaralarından ve öğretmen olduğundan başka neredeyse hiçbir şey öğrenemediğimizi de görüyoruz. Kimdir? Kökleri var mıdır? Varsa nerededir? O yalnızca bir tanık gibi… Fakat gerçek tanıkların tanıklıklarına tanıklık eden biri… Yani yukarıdaki sömürge metaforuna yeniden başvurursak, bir hakikat açığa çıktığında, kaçınılmaz bir biçimde etrafındakileri gölge figürlere dönüştürür. Neden gölge figür? Ya da neyin gölgesi? Biraz aşırı yorum pahasına, egemen kimliklerin (beyazlık ve elbette erkeklik vs.) krizine ancak bir gölge olayı ile işaret edilebilir olduğunu ileri süreceğim. Böylelikle gölge, aynı anda iki şeyin birden gölgesi olarak belirecektir: Bir egemenlik icrasının gölgesi ve bu icranın işlediği yasasız, hukuksuz alanda açığa çıkan çıplak hakikatin gölgesi. Gölge figür, bu ikisi arasındaki salınımıyla varlık bulur. Gölge bir hayalet değildir. Hayalet ile beden arasında yer alır.

Ölüm siyaseti ve yas

O halde bu gölge figür, bir bakıma ölümle hayat arasındaki sınırların yeniden tesis edilmesine dönük bir arzu, metnin bu yöndeki bir arzusu olarak da okunabilirmiş gibi geliyor bana. Fakat eğer böyle bir okuma mümkünse, böyle bir arzuyu saptamak mümkünse, ölümle yaşam arasındaki sınırların bulanıklaşmış olduğunu söylemek de gerekir. Bu bulanıklık, ölüm ile yaşam arasında bir belirsizlik mıntıkası oluşturur; biyolojik olarak canlı fakat bir hayatın bir parçası olamayan insanların, salt biyolojik bakımdan hayatta olduğu bir belirsizlik mıntıkası… Çünkü kitabının adının da işaret ettiği ‘yas’ tutulabildiğinde, yalnızca bu mümkün olduğunda henüz canlı olanların da bu tarafa, o belirsizlik alanından çıkarak yaşamın ve hayatın tarafına geçmeleri mümkün olur. Fakat bunun tek yolu da ölünün ölülerin diyarına gönderilebilmesinden geçmektedir. Uygun bir definle, uygun bir cenaze töreniyle, ölümün kendisine saygı duyarak…

Maalesef ölümün geleneksel saygınlığını çoktan yitirmiş olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Pek çok düşünür, başka başka bağlamlarda, içinden geçtiğimiz dönemin bir tür ölüm siyaseti dönemi olduğunu söylüyor. Yani ölüme hükmetmeye çalışan, temel stratejisini bu doğrultudaki bir ölüm ekonomisi biçiminde oluşturan ölüm rejimleri… Mutlak cezalandırmanın geleneksel halinin temel aksını (elbette bunun da istisnaları mevcut) ‘yaşamına son verme’ ediminin oluşturmasına karşılık, çağımızın bu doğrultudaki temel pratiği hem ölümün hem de hayatın kayıt envanterinin dışına atmak biçiminde bir strateji içeriyor. Yani kimi insanları ölümden bile yoksun bırakan bir strateji… Çünkü hayatını kaybetmiş biri ölmemişse (ölümün envanterinin dışına atılmışsa) bu onun yaşamamış da olduğu anlamına gelir. Basitçe, artık öldürülebilir değil de harcanabilir bir varlık!

Mevsim Yas, bu türlü bir ölümün dünyasının çığlığı olarak yankılanıyor; bu sesi işitmek, kulak zarlarımızın patlaması pahasına işitmek gerek. Ama yine de Mehtap Ceyran’ın ‘yapmadığı bir şeye’ işaret ederek bitireceğim bu yazıyı. Ceyran yalan söylemiyor, ki asıl önemlisi bu bana kalırsa. Ne kast ettiğimi belirgin kılmak üzere, Nurdan Gürbilek’e baş vuracağım: “Bir an gelir, sulh yargıcı barbar kızın bedenine imparatorluk subayları gibi yakarak, yırtarak, keserek değil, bu kez soyarak, ovarak, okşayarak giriyor olabileceğini, işkencecilerin yaraladığı bir bedenin sırrını bu kez yarayı sararak elde etmeye çalıştığını fark eder. Ortada devrini uzatmak için uğraşan bir imparatorluk olduğu sürece, kendisi ‘kuzu postu giymiş bir imparatorluk çakalı’ndan başkası değildir: “Çünkü ben, o zaman düşünmekten hoşlandığım gibi, soğuk katı Albay’ın hoşgörülü haz düşkünü zıttı değildim. Ben İmparatorluğun rahat zamanlarda kendi kendine söylediği yalandım, o ise İmparatorluğun sert rüzgârlar estiğinde kendi kendisine söylediği yalandı. Biz İmparatorluk yönetiminin iki yüzüydük, o kadar.” Ortada devrini uzatmaya çalışan bir imparatorluk olduğu sürece barbar kız kendisine baktığında ‘koruyucu bir albatrosun açılmış kanatları’nı değil, ‘avı hâlâ soluk alırken darbe indirmekten çekinen korkak bir albatrosun siyah şeklini’ görecektir.”

Mağduriyet mi demiştik?