Mezarlık devletinde betonda yatmak

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Siyaset, hem varoluşsal hem de bilgi kuramı düzeyinde yaşamı merkeze koyan bir eyleme ve düşünme sürecinin parçası. Yaşayanların hayata dair meselelerini yine yaşayanlarla tartışarak, çatışarak, mücadele ederek çözme yönünde çaba göstermesinin insana dair asli bir yöntemi olarak politika, devletlere ve muktedirlere karşı yaşamı savunduğu sürece özgürleştirici bir pratik. Ölümü anlamlandırmak ya da ölüm fikriyle baş etmek, siyasetin uğraş alanı değil ancak kaybettiğini anma, onun mücadelesine vefa gösterme, ölümünün hesabını sorma temel bir politik sorumluluk meselesi. Bu ülkede iktidar ve egemen siyaset yapma biçimi, ölenleri ve katledilenleri geride kalanlarıyla binlerce kez yeniden öldürmekte dünyanın belki de hiç bir yerinde olmadığı kadar mahir. Politik destek almak uğruna katledilenleri suçlamaya, mazlumu şeytanlaştırmaya devam eden bir kötülük ve pervasızlık silsilesi, AKP döneminde iyiden iyiye siyaset yapmanın alametifarikası haline geldi. Düşünsenize Cumhurbaşkanı katledilmesinin üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen Berkin’i ve ailesini hala rahat bırakmıyor. Devlet marifetiyle korunan katilleri değil de Berkin’in ekmek almaya gidip gitmediğinin belgesini soruyor. Hatırlarsınız daha önce de Berkin’in sapanı diline dolamış; mezarına bırakılan bilyelerden iktidarın hitabet terörüne malzeme çıkartılmaya çalışılmıştı. Bir kenara yazalım dursun, ekmek almaya gitmenin belgesi olmaz ama devlet şiddetini iktidarını korumak için seferber edenlerden hesap soracak bir haysiyet belgesi halkların ortak vicdanında er geç filizlenir.

SAÇ, SAKAL, BADEM BIYIK
Ölüme sebebiyet verdikten sonra kendini aklamak için gerekçeler icat etmek mülki amirlerin de uzmanlık alanı içerisinde. İktidarın talepleri doğrultusunda mütemadiyen kulakları çekilen mülki amirler, müesses nizama bağlılıklarını göstermek için hummalı bir rekabet halindeler. AKP’nin mülki amirleri, mevcudiyetlerini ve istikballerini düşünerek “Saray”ı örnek alıyorlar belli ki. Kimisi vatandaşa küfür ediyor, kimisi öğretmeni sınıftan kovuyor. Bastırılmışların, iktidar kaybı yaşayanların, kullaştırılanların erk gösterileri, hukukun değil devlet şiddetinin dilini resmi makamların ritüeli haline getiriyor. Yalova valisi, bu vasatın neferlerinden biri. Matematik öğretmeni Halil Serkan Öz’ün yaşamını kaybetmesine yol açan gelişme Valinin ‘had bildirme’ gösterisiyle başladı. Onurlu ve aydınlık bir öğretmen, kendisine yöneltilen hakaretlere dayanamadı ve aramızdan ayrıldı. Ancak vali susmadı, öğretmen Öz’ü ve “öğretmene saygı yürüyüşü”nü düzenleyen sendikaları suçlamayı sürdürdü. Bırakın istifa etmeyi özür dilemek dahi görünen o ki Vali’nin aklından geçmiyor. Saç sakal demeye devam ediyor; sınıfıyla ilgilenmiyordu sesler geliyordu diye ekliyor. Ne de olsa memleketin bürokrasisi ‘iktidar bıyığı’ dışındaki her şeye karşı! Ne de olsa ideal sınıf, muhalif seslerin bastırıldığı toplum gibi sessiz olmalı! Öz’ün acılı babası “siz söyleyin Yalova Valisi’ne oğlum öldü, rahat olsun artık, ‘anarşist’ oğlum öldü” diye Valiye seslenirken devletin pişkin suratı ile karşılaşıyor; tıpkı Gülsüm ve Sami Elvan’ın maruz kaldığı vicdansızlık gibi. Sonrasında İslamcı kalemler ve sosyal medyada örgütlenenler, Halil Serkan Öz’e öğrencilerine tavsiye ettiği kitaplar üzerinden bir kez daha saldırıyor. Nabokov’u, Çehov’u, Gorki’yi, Kafka’yı arama motorlarına bakmadan bilmeyen zevatın zehirli dillerine düşüyor Öz’ün naaşı. Matematik öğretmeninin böylesine kitap tavsiyeleri ile ne işi olur diye yazanlar, iktidarın kanlı dilini konuşuyor; ondan cesaret buluyorlar. Cehalet vasatından kin kusmayı ahlâk savunusu gibi sunarken kendilerinin ne denli sefil varlıklar olduklarını ifşa etmekten öteye geçemiyorlar. Bu hoyratlığın, bu gaddarlığın sonu geldiğinde Öz’ün hatırasına sahip çıkarken meslektaşları ve öğrencileri, rakamlar ve edebiyat özgürlüğün sıralarında bir kez daha buluşacak.         

ÖLÜ BEDENE SALDIRMAK
Mezarlıkları insanlığın ilk gettoları olarak tanımlayan veciz bir ifade vardır bilirsiniz; ölülerin yaşam alanlarımızdan uzakta bir yerde olmasını modern dünyada çoktan kabullendik. Fakat bu durum, mezarlık ziyaretlerinin -dini ya da değil- yaygın bir pratik olarak toplumsal yaşantımızda sürdüğü gerçeğini hükümsüz kılmaz. Mezarlıklara saygı daha önce aramızda olanların hatırasına hürmet duymakla özdeş düşünülür. Ülkenin sağ vasatı, bu topraklarının kültüründe şehitler başta olmak üzere ölülerin kabirlerine sahip çıkma geleneği olduğunu söyler durur. Halbuki tıpkı gündelik yaşamın akışında olduğu gibi ülkede mezar taşına “sahip çıkılacaklar” ve kabri “hedef gösterilecekler” arasında gözle görülmeyen bir çizgi mevcuttur. Bu çizginin makbul olmayan tarafındaysanız diriniz gibi mezarınız da rahat bırakılmaz. 6-7 Eylül olayları esnasında Rumlara ait çok sayıda mezarlığın tahrip edildiğini anımsayalım. 6-7 Eylül pogromu sadece yaşayan gayrimüslimleri değil ölü bedenleri de hedef almış, mezar taşları kırılmış, yeni kapanan mezarlardan naaşlar çıkartılıp ağaçlara asılmıştı. Dönem dönem Anadolu şehirlerinde özellikle Ermeni mezarlıkları tahrip edildi. Hrant Dink’in meşhur ‘su çatlağını buldu’ anekdotunda olduğu gibi sadece bu toprakların altında ‘gözü olanlar’, bir başka deyişle kendi ülkesinde ölmek isteyenler öldüklerinde bile rahata kavuşamadı. Mezarlara saldıranların kimisi define arıyordu, kimisi hıncını mezar taşlarından çıkarıyordu. Daha geçen yaz İzmir yakınlarında Alevilere ait olduğu belirlenen çok sayıda mezar tahrip edildi. Saldırılar sadece gayrimüslim ya da Alevi mezarlarına da değil. Yaşarken sahip olduğu duruşu ve sonrasında hatırasıyla ölüsünün bile birilerini korkutmaya yettiği isimler var bu memlekette. 2011 Ağustosu’nda Can Baba’nın Datça’daki mezarını tahrip edenler herhalde hiç Can Yücel mısrası okumamıştı. Mehmet Aksoy’un tasarladığı mezar taşı Can Baba’nın adıyla birleştiğinde sanat ve isyan bir kez daha yan yana gelmişti. Tahammülsüzlük büyük bir ihtimalle bunaydı. Egemen siyasi dilin yarattığı toplumsal tahribat, yarattığı büyük öfke dalgaları ile artık kendisini savunması mümkün olmayanların hatıralarını da yok etmek isteyen kitleleri cesaretlendiriyor.
 

BETON ALTINA GÖMÜLMEK
1990’larda ve hatta 2000’lerin bir bölümünde ölen Kürt gerillaların aileleri çocuklarının ölü bedenlerini teslim almak için binbir bedel ödedi. Birçok büyükşehirde aynı aileler çocuklarını mahalle mezarlıklarına defnetmemeleri konusunda hem idareciler hem de komşuları tarafından ‘uyarıldı’. Burası bizim de yurdumuz diyip direnenler, çocuklarının mezarlarının tahrip edilmesi sonucunda ya defalarca yeniden mezar yaptırdı ya da çocuklarına başka bir yere defnetmek zorunda kaldı. Savcı Kiraz’ı rehin alan ve polis operasyonunda öldürülen Şafak Yayla’nın naaşı, bu tahammülsüzlük zincirinin belki de son halkasına konu oldu. Giresun’da aile evinin bahçesine gömülen Yayla’nın mezarının üzerine ailesinin talebi doğrultusunda beton döküldü. Çünkü çevredekiler aileye “onu buraya gömerseniz çıkarıp dereye atacağız” demişlerdi. Çaresiz aile mecburen sırf evlatlarının ölü bedenini korumak için onun beton altında yatmasını kabul etti. Evlatlarının hatırasını anmak için beton başına gelmenin ağırlığı aile için bu dünyadaki başka hangi acıyla karşılaştırılabilir?

KATLEDİLİYORUZ FARKINDA MISINIZ?
Bir yanda seçim listeleri diğer yanda başkanlık sistemine geçiş tartışmaları, reel siyasetin gündeliğine boğazımıza kadar batmışken her geçen gün katlediliyoruz farkında mısınız? Oğlunun kemiklerinin peşinde bir ömür tüketen Berfo Ana mezarındayken biz de ölüyoruz; cumartesi anneleri kayıplarını ararken, Ali İsmail’den Berkin’e adalet bir türlü tecelli etmezken biz de günbegün soluyoruz. İktidarın dili de bildik muhalefetin karşı çıkışları da kaybettiklerimize dair bir çift samimi söz söylemiyor. İçten içe başkalarını da kaybetmekten korkarken şu anda katledilmeye devam ediyoruz. Yaşama umudunu parlamentoya bıraktıkça, sokaklarda özgürlüğü inşa etmekten uzaklaştıkça katlediliyoruz. Ya özgürce yaşamak ve yaşatmak için bir araya geliriz ya da diri diri mezarlarımızın tahrip edilmesini seyrederiz. Seçim bizim!