Milli takımda bir PRİMavera* arayışı!

ANIL TOYGAR

Milli takım herkes için “milli” bir duygunun karşılığına mı düşmektedir? Öyle olsa sanırım her şeyi bilen Google amcaya “milli takım” diye yazdığımızda en çok aranan ikinci “milli takım”ın prim olduğunu görmezdik. Günümüzde artık milli takım denilince akla bir ülkenin yurttaşlarını futbol sahasında temsil eden 23 sporcu ve teknik ekipten oluşan topluluktan daha fazlası ve farklısının geldiğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu durumu artık içerisinde futbol geçen bir sohbette bile en az bir kere kullanmamış olanı dövdükleri türden bir vecize halini alan “futbol asla sadece futbol değildir” sözüyle kestirip atabilir miyiz? Biz öyle yapmayalım. Bunu böyle yapmazken de futbolu gladyatör savaşı ve futbolcuları da bir nevi gladyatör; futbol stadyumlarını da kolezyuma benzeten o toptancı bakış açısından da en azından bu yazı süresince sıyrılalım. Sanırım esas mesele endüstriyelleşme kavramı ve ona yüklenen anlamlarla birlikte başlıyor. Hiç çekinmeden futbolun bir endüstri halini aldığı tespitini yapan futbol yorumcularının, bu endüstrileşmenin ne anlama geldiğini bilerek bunu yorumladıklarını varsaysak bile, futbol endüstrisinin ucunun nerelere kadar varabileceği ya da futbolun daha hangi “değerleri” de endüstriyelleştirebileceği üzerine kafa yorduklarını –en azından şu an için- söylemek zor olsa gerek. Pekiyi tüm bunlar ışığında futbola baktığımızda tam olarak ne görmeliyiz? Futbol nerede başlar ve nerede biter? Biter mi? Bitmeli mi? Bunun tek bir cevabı asla olmayacak… Futbol, muktedirlerin tarih boyunca rejimlerini meşrulaştırmak için kullandıkları bir meta mı yoksa kitlelerin afyonu olan bir din mi? Bu tür yakıştırmalar futbolun esasından kopartılarak endüstriyelleştirilmesine de imkan vermekte ve piyasaya açılmasını kolaylaştırmakta mıdır?

Futbol tarihi incelendiğinde, bir futbol karşılaşmasının bir ülkenin diğerinin topraklarını işgal etmesinin bir nedeni olarak bile sunulabildiği görülecektir. Tarihe Futbol Savaşı olarak geçen El Salvador ve Honduras arasında birkaç gün süren bu “futbol” savaşının temelinde elbette futbol yoktu. Tıpkı muktedirlerin baskıcı rejimlerini halkın rızasını kazanabilmek adına futbolu kullanmalarında olduğu gibi… Futbol buradaki anlamıyla kullanılan önemli ve

kullanışlı bir metadır sadece. Futbolun endüstriyelleşmeye başlaması da işte bu metalaştırıldığı dönemlere denk düşmektedir. Zira bir savaşın bahanesi ve hatta ötesinde adı olabilecek derecede bir anlam atfedilen futbolun kapitalizmin gözünden kaçması da beklenemezdi zaten. Futbol, kapitalizmin merkezine olan yolculuğu boyunca ruhundan hep bir parça bırakmak zorunda kalmış ve belki de gelinen noktada artık kızılderili hikâyesinde olduğu gibi geride bıraktığı bu ruhunu beklemektedir. Bu ruh günümüzde kapitalizmin kutsadığı bu başarı sarmalında bir yerel motif tarafından kullanılıp bir kenara bırakılan Ankaragücü’nün ıslak formayla sahada mücadele etmek zorunda kalmasının yarattığı iç burukluğu, Kocaelispor’un “profesyonel” liglere binlerce taraftarının önünde yükselmesi gibi yerel örneklerde; ülkelerin federasyon kupalarında alt lig takımlarının başarılarının daha sempatiyle izlenmesi, Dünya Kupalarında Afrika takımlarına olan desteğin daha yüksek olması gibi ulus ötesi örneklerde de kendini göstermektedir. Buna devam etmekte olan Euro2016’daki Arnavutluk ve İzlanda örneklerini de katabiliriz.

Futbolun kapital merkezli evrildiği böyle bir süreçte, bir çevre ekonomi ve futbol ülkesi olan Türkiye’nin de zamanın ruhuna uygun olarak -ama kendine has arabesk motiflerini de koruyarak- bundan geride kalması düşünülemezdi. Geride de kalmadı evellallah! Futbolcuların birbirlerine pez..enk dediğini öğrendiğimiz Televole’nin bu arabesk yorumlamada etkisinin büyük olduğu söylenebilir. Hatta birkaç yıl önce yaşanan Zokora-Emre olayını hatırlayıp bu haklı sitemini dile getiren siyahi futbolcu Kompela’ya bunun ırkından kaynaklı yapılmadığını hatırlayıp derin bir oh bile çekebiliriz. Doksanlı yılların ortasından itibaren Televole furyasıyla eş zamanlı olarak memleket futbolunda başlayan yükselmenin, kendine has davranış şekillerini koruyarak endüstrileşmesini tamamlamaya çalıştığını ifade etmek sanırız ki yanlış olmaz. Bu sürecin sadece saha içerisindeki futbolcularla sınırlı kalmadığı gayet açıktır. Artık stadyumlar tribünde ayakta bile durmanın cezalandırılabildiği, kimlik bilgileri verilerek maçlara girilebilen, “spor kompleksine” adım attığı andan itibaren kameralarla kontrol edilen müşteri-taraftarın da içerisinde yer aldığı bir güvenlik ve tüketim alanına dönüştürülmüş durumda. Bir anlamda memleket futbolunun beyefendi karakterlerinden olan Şenol Güneş’in de “futbolu eskiden açlar oynar, zenginler izlerdi; şimdi ise zenginler oynuyor, açlar izliyor.” diyerek ifade ettiği gibi… Gerçekleşecek bir transferin haber ajanslarından önce borsaya bildirildiği bir dünya artık futbol. Ve birer futbol şenliği olarak geçmesine alıştığımız ve ikişer yıl arayla ekranlarımıza gelen büyük turnuvalar… Türkiye bu tür turnuvaların asla bir gediklisi olamadı. Hatta katılımı da turnuvada ilerlemesi de adını ne koyarsak koyalım hep başka dinamiklere bağlı olarak gelişti. Katıldığımız bu düzensiz turnuvalarda aldığımız yenilgilere de galibiyetlere de verdiğimiz tepkiler hep o endüstrileştirdiğimiz futbolumuza kattığımız arabesk motiflerden başka bir şey değildi. Yalnız burada bilerek ya da bilmeyerek bir nokta atlanıyor. Bu arabesklik sadece halkta değil, oyuncuların ve teknik ekibin kendisinde de mevcut. Bu düzeyde bel altı vuran eleştirilerin başka hiçbir yerde olmadığını savunan ve bunda da haklı olan oyuncu ve teknik ekibin unuttuğu nokta ise kendilerine yaratılan bu maddi imkanların da futbol endüstrisinin merkez ülkelerinde bile olmadığı gerçeği… Pekiyi çözüm ne olabilir? Belki de kısa vadede mümkün olamayacak olsa bile köklerine kadar yerleştiğimiz bu endüstriyel futbol ortamında bu arabesk manevralardan sıyrılarak, egemen olan politik dil üzerinden gündeme atıf yaparak prim elde etmeye çalışan, “milli” formayla bile prim hesabı yapan maftayik-tehditkar bir futbol camiası profili yerine, ayakları yere basan, siyasette sürekli önümüze çıkartılan bu büyüklük kompleksinden sıyrılmış ve ne olduğunu ve de ne olmadığını iyi bilen bir futbol primaverası yaratmaya çalışmak olmalıdır.

*İspanyolca ilkbahar