STEPHANE Moses, Benjamin’in teknolojinin kentsel mekân üzerindeki etkilerine ilişkin irdelemelerinden birinde şöyle dediğini belirtir: Benjamin auranın yok olmasını yıldızların yokluğuna bağlar: “Metropol sahici karanlığı bilmez. Her durumda yapay ışıklandırma, alacakaranlığın geceye geçişinden yoksun kılar onu. Aynı koşullar yıldızların kentin göğünden silinip gitmelerine neden olur. Yükselmeleri ise hemen hiç fark etmez.” Işık Sözcükleri, Eduardo Cadava, Çev: Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları)

Işığın, karanlıkların ışığını (yıldızların) kesmesi metaforunu Benjamin tarih ve estetik yapılara bağlar. Benjamin birçok çalışmasında; ışık, parıltılar, imgeler/görüntüler, ya da tarihin gelişimi ile ilgili irdelemelerine odaklanarak, onun hem tarih ile tarihselcilik arasındaki ilişkiyi, hem de estetik ideoloji ile siyasetin faşist estetizasyonu arasındaki ilişkiyi gözden geçirme uğraşısında fotoğrafın bir araç haline nasıl geldiğini anlatır. (Yunancada foto ışık fotoğraf ise ışıkla iz bırakmak olduğunu anımsayalım.)

Tarihsel düşünce “düşüncelerin yalnızca akışını değil, zaptedilmesini de” gerektirdiğinden, tarihi anlamanın, icra etmenin modeli olarak fotografi; bir imgeyi ele geçirip bağlamından kopararak tarihin akışını durdurmaya çalışan bir işlemin süreci olarak da kullanılmakta.

Kapitalist modernlik geceye verdiği rolle yetinmeyip onu sömürgeleştirmeye çalışır. Gündüz ise toplumsal formasyonun vazgeçilmez aygıtı, tüketimin, bürokrasinin, kontrolün ve hiyerarşinin zamanıdır, çünkü iktidar aygıtlarının çoğunu gündüz işletir. Disiplin, kontrol ve terbiyenin mekân ve araçları olan okul, hastane, kışla, bürokrasi, din, medya ve daha birçoğu gündüzle ve ışıkla kendilerini göstermeye ve hissettirmeye başlarlar.

Kapitalizm elbette muhalif yapılara boş alan bırakmak istemez ve gündüzü sömürdükçe geceye de sirayet etmeye çalışır. Emeğin sömürülmesini geceye de kaydırır.

Karanlığa ise umut anlamında farklı metaforlar yüklenmekte; Gündüz Vassaf’ın deyimiyle “(…) gün boyunca, ister sabah saat on, ister öğleden sonra üç olsun, hepimiz gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur.”

Hegel'in dediği gibi: “Minerva'nın baykuşu ancak karanlık çöktükten sonra uçar.”

Bir Roma tanrıçası olan Minerva, Eski Yunan mitolojisinde yer alan Athena’nın Roma mitolojisindeki karşılığıdır.

Minerva’nın baykuşu metaforunu Hegel, ‘Hukuk Felsefesi’ adlı kitabının önsözünde olayların önce olduğunu, düşüncelerin ise sonradan elde edildiğini söyler. Çünkü Hegel’e göre var olanı kavramak felsefenin görevidir, var olan akıldır ve herkes kendi zamanın çocuğudur ve her kavram, insanlığın ortak yaşamla, ortak tarihle deneyimlediği bilgi üstüne kurulur. Minerva’nın baykuşu bilginin taşıyıcısıdır. Tarihin maddi pratiği ortaya çıktıktan sonra k anatlarını açar ve uçmaya hazırlanır. Hegel bu metaforu şu şekilde belirtir:

“Dünyanın nasıl olması gerektiğini öğrenmek iddiası üzerine bir söz daha söyleyelim: Felsefe bu konuda daima geç kalır. Dünyanın düşüncesi olarak felsefe, ancak realite oluşum sürecini işleyip bitirmiş olduğu zaman ortaya çıkar. Kavramın öğrettiğini tarih aynı zorunlulukla gösterir. Ancak varlıkların olgunluk çağındadır ki, ideal reelin karşısında boy gösterir ve aynı dünyayı, cevheri içinde kavradıktan sonra, onu bir fikirler âlemi şeklinde yeniden inşa eder. Felsefenin soluk rengi solgun zemine vurduğu zaman, hayatın tezahürü ihtiyarlık günlerini tamamlıyor demektir. Felsefenin soluk rengiyle o gençleştirilemez, sadece bilenebilir. Minerva’nın baykuşu, ancak gün batarken uçmaya başlar.”

Hesap verme zorunluluğu olmayan, hukukun üstünlüğünü tanımayan, keyfi, denetlenmeyen, bölücü ve saldırgan bir rejimin özgürlükleri hapsetmesi sonsuza dek olmaz. Minerva’nın baykuşu bir gün gelecek alaca karanlıkta kanatlarını açacaktır.