Ayhan Koç’un ‘Sırlıçeşme’ romanında gerek yarattığı dil, gerek anlatıcının sınırları, gerek büyülü gerçeklik, gerek ironi gerekse de günceli anımsatmasıyla modern bir masal tadını veriyor

Modern masal esintileri

TURGUT GÜREL

Ayhan Koç’un ‘Sırlıçeşme’ adlı romanı Everest Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Bu yılki Everest Yayınları ilk roman ödülü yarışmasının kazananı ‘Sırlıçeşme’, İstanbul’un ücra yerlerinde yaşayan iki gencin yaşamları etrafında dönen, barındırdığı ironi ve büyülü gerçeklikle şimdiden ayrıksı ve iyi yerde durmayı hak ediyor. ‘Sırlıçeşme’de Fikret ve Sadık etrafında dönen olayların içine yanı başlarındaki insan hikâyeleri de dahil oluyor. ‘Sırlıçeşme’, sadece bir İstanbul hikâyesi olmamakla beraber, siyasi, güncel konularıyla bir Türkiye gerçeğini, ironi yoluyla okuyucuya aktarıyor.

Ayhan Koç, ‘Sırlıçeşme’ romanında Sadık ve Fikret yörüngesinde dönen çatışmaları, yarattığı bir kasabayı da yer yer merkeze oturtarak sürpriz bir yön veriyor. Bunu yaparken de kasaba tarihinden, insan hikâyelerinden kopmadan, ana karakterleri bütün çatışmaların içinde verirken, bunu da okuyucunun takdirine çoğu zaman bırakıyor. Öyle ki, bazen ayırt etmek de zor oluyor. Çünkü, Ayhan Koç, çizmiş olduğu ülke portresini her an bir değişikliğe uğratarak bambaşka bir gerçeğe dönüştürüyor. Bu gerçek kimi zaman genç kuşağın önünden geçerken kimi zaman da eski kuşakların yaralarını hatırlamalarına neden oluyor. Ama asıl sır, bir hesaplaşmaya dönüşürken Sadık bir roman yazarı olarak karşımıza çıkar. Anlatıcının olur olmaz çıkışları karşısında da okuyucunun kendine pay biçmesine olanak sağlıyor:

“Herkes gibiyim Sadık Bey… Ne eksiğim var ne fazlam… Giyimimde kuşamımda, gezdiğim muhitlerde veya meşgalemde herhangi bir gariplik yok. Yüz kişinin arasına koyun beni, imkânı yok dikkatinizi cezp etmem. İşte her ne oluyorsa, sigara arananlar rica minnet bana açılıyor, çocuğunu göstermeyen eski eşi yüzünden müptezel olmuş berduş yanıma oturarak bana dertlerini anlatıyor, tren bileti alırken elli kuruşu eksik çıkan utangaç kız da o kadar insan arasında gelip benden yardım diliyor. Mahallenin gelip geçene havlayan bekçi köpeği bile beni görünce kuyruk sallıyor. Elbette bundan rahatsız değilim, şu üç günlük dünyada sevap kazanıyoruz ancak bu itimadın sebebini bilmiyor olmak beni epey rahatsız ediyor.”

Ayhan Koç, ‘Sırlıçeşme’nin yan başındaki tarihi kasabanın yaralarını hatırlatırken. Yıllardan beri, Galatasaray Lisesi önünde her hafta toplanan Cumartesi Anneleri’ni ve faili meçhul cinayetleri de dramatize etmeden bir hafıza yaratıyor ve okuyucuyu bu hafızanın içinde başka bir hesaplaşmanın içine de çekebiliyor. Kurgu ve dil arasında gide gelen büyülü gerçeklik sınırları, hikâye yoluyla gerçeğin tam da içinde yer alıyor. Koç, bunların etrafında dönen güncelliği metaforlar yoluyla daha da sağlam bir yere oturtuyor. Ayrıca teknolojik gelişmeleri de romanın içine koyarak yeni bir düzlemi de beraberinde getiriyor. Roman her ne kadar 80’li yıllar ile 1997 yılına kadarki süreyi işaret etse de, şimdikiyle geçmişi bir anımsatma aracı olarak kullanıyor. Sadık da bu noktada, sıradan bir insan olmasına rağmen, her anne babanın bir korku içinde gözlemlediği biridir. Çünkü bu coğrafyanın kederinde vardır; anne babanın devlet korkusu çocuklarından daha fazladır. Bunu metnin derin yerlerinde sıklıkla görebilir, bir hüzne boğulabiliriz. Ayhan Koç, bütün bunların ışığında İstanbul’un bir ücra köşesinde her şeyden uzak olan Sırlıçeşme’yi, kurucusunu da hatırlatarak şöyle anlatır:

“Rivayet doğruysa, Sırlıçeşme üç asır devletin varlığından bihaber olduğu, gizli saklı bir köy olarak mahremiyetini korumuş. Ne doğan oğlanlar askere gönderilmiş, ne köy ahalisi İstanbul’a muhtaç kalıp devletten hizmet beklemiş. Bazen firariler sığınmış köye, bazen deliler, bazense büyük şehirden umudunu kesmiş biçare insanlar… Çağlar geçmiş ama Sırlıçeşme akıp giden zamandan azadeymişçesine Deli Hamza’nın dönemindeki gibi kalmış. Giyim kuşam olsun, hayat biçimi olsun, köy bakirliğini korumayı başarmış. Ta ki Balkan Savaşlarına kadar…”

‘Sırlıçeşme’, bütün rivayetlerin içinden son hızla geçerken, her ne kadar rivayet diye anılsa da başka bir yerin gerçeğine uğrayabiliyor. Karakterlerin yan yana oluşu aynı yöne bakmaları anlamına gelmiyor. Nitekim, Sadık ve Fikret birbirinden uzak duruşlarıyla göze batar metin boyunca. Sadık, Fikret’in dünyasına yabancılığını yadırgamaz ve bu sorgulamaz, her daim bir çatışmanın içinde döner. Ve dönüşlerde romanın sonlarında olacaklarla ilgili ipuçları verir yazar. Bunu olayları kendi akış noktasından başka bir noktaya evirerek yapar. Ki, tarihi dönüşlerle, geçmişin dehlizlerinde saklı olayları yan yana getirerek, hem imparatorluk döneminde hem de cumhuriyet döneminde hiçbir şeyin değişmediğini, her şeyin aynı olduğunu, sistemin kendini sürdürdüğünü de hatırlatır:

“Rivayete göre Sultan II. Mahmut yeniçeri ocağını kaldırıp Osmanlı ordusunu modernize etmeye karar verince yeniçeriler akıbeti makus bir ayaklanma başlatır. İstanbul’un meydanları ağaç dallarında asılmış, ibret-i âlem için teşhir edilen yeniçerilerin cesetleri ile doludur. Çok az asker bu kıyımdan canını kurtarır. Bunlardan biri de muhtarın dedesinin dedesi Koca Şakir’dir. Bu civan firari, günlerce loş ormanlarda aç biilaç süründükten sonra tesadüf eseri Sırlıçeşme Köyü’ne varır. Köylünün tabiatında garibana kapı göstermek yoktur. Haliyle köye yerleşmekte hiç sıkıntı çekmez.”

Ayhan Koç’un ‘Sırlıçeşme’ romanında gerek yarattığı dil, gerek anlatıcının sınırları, gerek büyülü gerçeklik, gerek ironi gerekse de günceli anımsatmasıyla modern bir masal tadını veriyor.

modern-masal-esintileri-378243-1.