“Mozart in the Jungle”ı popüler kültür içinde bir putkırıcı olarak görebiliriz. Dizide iki maestronun da egosu şişkindir, ikisinin de o batonda gözü vardır; ama sunulan kurmaca buradan illa çatışacakları sonucunun çıkartılamayacağını gösterir

“Mozart in the Jungle” ve elalem nelerle uğraşıyor

FERİT BURAK AYDAR

El bebek gül bebek besletilip büyütülen, sınır kapılarında ayaklarına kırmızı halılar serilen, yaraları devlet hastanelerinde sağaltılan, hasbelkader hapse girenleri muhtardan ikametgâh kâğıdı getirince OHAL’in arka kapısından salıverilen alnı secde görmüş “öfkeli çocuklar”, ülkenin dört bir tarafında bombalar patlattığından ve bu iktidar ilişkilerini en başından beri teşhir eden (ve sırf bu yüzden geçtiğimiz günlerde hapse tıkılıp üç gün su bile verilmeyen) gazeteci Ahmet Şık, tarikatların düzenli toplantılarını iptal etmesinden işkillenip “ihtiyatlı olmakta fayda var” uyarısında bulunduğundan; bu yılbaşında dışarı çıkmak yerine, yeni yıla evci takılıp dizi izleyerek girmek nasip oldu, ya da böyle buyurdu özgür irademiz!

“Mozart in the Jungle” (Ormandaki Mozart ya da biraz daha serbest çeviriyle, Mozart Kurtlar Sofrasında) ne zamandır ilgimi çeken pedagoji ve iktidar, halef-selef, hami-mahmi ilişkilerine değişik bir yaklaşım sergiliyor ve bu açıdan epey ses getirmiş olan meşhur (meşum?) “Whiplash” filmiyle süreklilik (kesintili bir süreklilik) arz ediyor. “Mozart in the Jungle”, New York Senfoni orkestrasını ve orkestradaki maestro değişiminin ardından yaşanan olayları anlatıyor. Olay örgüsü, rafine beğenilere hitap eden selef maestro Thomas’ın (Malcolm McDowell) yerini, aykırı tarzıyla sivrilen genç Meksikalı Rodrigo’nun (Gael García Bernal) alması üzerinden gelişiyor.

​Dizinin birtakım klişe beklentiler yaratıp izleyiciyi bunların peşine katması ve sonra beklentileri boşa çıkarması üzerine kurulu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Thomas’ın geleneksel papyonlu müziğine karşı klasik müziği sokağa taşımaya çalışan (“sanat sokakta!”) Rodrigo’nun, bunu zaten yapmakta olan başka âlemlerdeki eşiyle ortaklaşıp putları kırması; kıskanç selefin hal​e​​f​e öfke kusması ve yönetimdeki kodaman kötü adamlarla birleşerek kuyularını kazması; orkestra üyeleri arasında kıyasıya bir rekabet, döve döve öğretme, söve söve bıktırma… Bu klişelerin hepsi boşa çıkıyor.

Malum, öğretilmiş duygularımız, değerlerimiz var; burada bir zorluk varsa, o da bunlardan hangilerinin öğretilmiş olduğunu düşündüğümüz ve bu niteliğini kabul etmeye yanaşıp yanaşmadığımız. Diziyle bağlantılı olarak, bunlardan biri de meslektaşlar arası rekabettir. Teorik düzlemde ya da lafa gelince bizi bu rekabete itenin, başkasının sırtına basarak yükselmeyi vaaz edenin kapitalizm olduğunu biliyoruz. Ama iş reddiyeden çıkıp müspet bir yaklaşım sergilemeye geldiğinde, çoğu zaman bu rekabetçilik dışında bir ilişki tasavvur edemiyoruz.

Bu açıdan, “Mozart in the Jungle”ı popüler kültür içinde bir putkırıcı olarak görebiliriz. Dizide iki maestronun da egosu şişkindir, ikisinin de o batonda gözü vardır; ama sunulan kurmaca buradan illa çatışacakları sonucunun çıkartılamayacağını gösterir. Kendinden menkul bir Sosyal Darvinizmin ürünü olan anlayış, insanlar arasında rekabet, çatışma, en güçlü olanın hayatta kalacağı bir kavga olmadan hiçbir ilişki tahayyül edemez. İnsanı toplumsal niteliğinden ayırt ederek salt birey haline getiren anlayışın belki de en küçük günahı Darwin’in adını kirletmesidir, zira Engels’in de uzun yıllar önce dikkat çektiği gibi, Darwin’in teorisinden medet uman bu yaklaşım sapla samanı birbirine karıştırır: Darwin en uygun olanların hayatta kalacağı rekabeti hayvanların en ilkel, en basit durumu olarak nitelendirmişti; bunu hayvanatın “en üst” konumu olan insana nakşetmeye çalışmak abesle iştigaldir.

Neyse ki “Mozart Ormanı”nda bu kural geçerli değildir; tersine halef ile selef barış içinde bir arada yaşayabilir. Üstelik bunun için egolarını, heves ve hedeflerini bir kenara atmaları gerekmez. Aynısı obuacı karakterlerin çarpışması için de geçerlidir. Esas obuacı Betty (Debra Monk) ile çömez başkarakter Hailey (Lola Kirke) arasındaki aktif çatışma bize dikensiz gül bahçesi vaat edilmediğini gösterir: İktidar ilişkileri ya da çatışmalar yok değildir; sadece, bunların akıtıldığı mahreç örneğin “Whiplash”teki gibi harcıâlemlikten uzaktır.

Elbette dizinin kusurları yok değil. Özellikle de lokavtın çözülüş şekli, “işçisi ‘işveren’i güzel güzel konuşup anlaşsa ne dert kalır ne tasa!” ideolojisiyle bize tipik bir Hollywood dünyasında yaşadığımızı hatırlatıyor.

Diziyi (şu ana kadar çekilmiş bölümlerini) sonuna kadar izlemek nasip olmadı, zira o sırada bir saldırı daha yaşandı. Bir kez daha yaşıyor olduğumuza sevinmek ile utanmak arasında kalakaldık. Bir karanlığın içine hapsedilmiş durumdayız. Katilleri tanıyoruz, kimin ne halt yediğini biliyoruz; ama nedense kolektif olarak yakalarına yapışmak yerine, filmin sonunda bıçağı boynumuza dayayacakları anı bekliyoruz, kuzu kuzu.