Oyuncu ve Yönetmen Barış Atay, MUBI’de gösterime giren Aden filmine ilişkin “Aradığımız o Aden’in, cennet bahçesinin mücadele olmadan mümkün olamayacağını görmek lazım” diyor.

Mücadelesiz bir mutlu son hayal

Murat Tırpan

Barış Atay’ın ikinci filmi Aden, geride bıraktıkları savaş ve kıtlığın ardından cennetlerini (Aden’i) bulmak için yola koyulan bir çiftin hikâyesini konu ediyor. Dijital platform MUBI’de gösterime giren filmi izleyenler çok katmanlı, politik ve distopik bir alegori ile karşılaşacaklar. Filmdeki tercihleri ve meseleleri üzerine Barış Atay’la konuştuk.

Filmi MUBI’de izleyenler, özellikle bir önceki filminiz Eksik’i bilenler şaşıracaklar. Bu filmde Eksik’e göre daha metaforik ve daha kapalı bir anlatım tercih ediyorsunuz oradan başlayalım mı?
Eksik daha çok bana dair bir hikâyeydi. Anne babamın 1980 öncesi devrimci mücadelesinden yola çıkıp 12 Eylül cuntası sonucu yaşadıklarından esinleniyordu. Darbeden 30-35 yıl sonra bu ailelerin neler yaşadığına dair psikolojik bir çözümlemeydi. Sinema üzerine düşünen ve eğitim alan biri olarak o zaman ilk etkilendiğim alan doğal olarak toplumcu gerçekçilik oldu. Ama sanat yaparken ben bunun bir arayış olduğunu düşünüyorum. Yaşadığım dönemi yakalayıp farklı bir şeyler anlatabilmekle de ilgiliyim ve bu arayış beni yine toplumsal bir meseleyi anlatan ama bunu farklı yapan bir yere getirdi.
Onur Orhan'ın yazdığı senaryo distopik bir atmosfere uygundu ve ben bunu sevdim. Göç meselesini, ataerkilliği, sürgünlüğü ve birçok mevzuyu bu dünyaya yerleştirdim.

Hazır distopik demişken ben Türkiye sinemasının biraz bu yöne evrildiğini düşünüyorum, hatta yeni distopik Türkiye sineması diye yazılar da yazdım. Kaygı, Peri Ağzı Olmayan Kız, Sen Ben Lenin, Yol Kenarı ve Erdem Tepegöz’ün son filmi gibi filmler var, Körfez ve Yuva’yı da buna ekleyebiliriz. Aden de bunun örneklerinden biri.
Doğru ama ne yazık ki bunlara distopya demek de mümkün değil, içinde yaşadığımız bir gerçeklik aynı zamanda. Doğal olarak endişenin yarattığı bir atmosferi sunmaya çalışıyoruz biz yönetmenler. Bundan endişe duyuyoruz ya da buraya doğru gidiyoruz diyen sinemacılar var.
Özellikle benim gibi politikanın içinde olmasanız da iki binli yılların bu anında mecburen yoğun bir politik atmosfer içindesiniz ve bu da işlerinize yansıyor. Bu atmosfer hem Türkiye’de hem de dünyada böyle. Bu yüzden bu türün ortaya çıkmasında çok da sürpriz bir durum yok.

Bu filmlerin çoğu fazlasıyla metaforik ve açık uçlu, biraz seyirciden beklentisi olan filmler. Aden de öyle… Seyirciden uğraşmasını bekliyor.
Onur Orhan yazarken tam da bunu istedik aslında. İzleyicinin okumasını, hatta araştırmasını da teşvik eden bir metin bu. Ben de atmosferi kurarken şöyle düşündüm, Aden’i alıp Suriye’ye koysak benzer bir hikâye çıkar, Afgan sorununa koysak çalışır, bin yıllarca önce bambaşka coğrafyalarda da aynı hikâyeler vardır. Bu yaşanan kısır döngü, insanların bencilliği, aidiyet ve ataerkillikleri ve şiddet eğilimleri, bundan kurtulmaya çalışanların ise daha güzel bir yer arama umudu, bir sonraki yer daha güzel olacak hissiyatı... Bütün bu mevzuları düşünerek atmosferi kurdum. Metin ve benim atmosfer için düşündüklerim birbirine denk düştü.

Aden’in ilk gösterime çıktığı zamandan şu andaki dijital gösterimine kadar ülkede çok şey yaşandı ve film daha bir güncel hale geldi bana sorarsan. Mesela filme bakarsak göçle ilgili çok şey okumak mümkün ki bu da konjonktüre uygun.

mucadelesiz-bir-mutlu-son-hayal-914479-1.
Yönetmen Barış Atay



Filmde göçün önemli bir yeri var ama ana aksında kadın meselesinin başat olduğu bir iktidar ve sınıf mücadelesi olarak okumak gerekli. Aden’i bir mülteci filmi olarak tanımlamak çok da doğru olmaz. Ama göçle ilgili olarak ben hep düşünen biriyim, Suriye sınırına yakın bir yerde doğdum ve büyüdüm. Ama mesela Afganistan meselesinin bu hale geleceğini öngörmek de zor değil. Bu anlamda yaşananların distopik olmadığını söylemiştim zaten. Bundan on beş-yirmi yıl önce distopik filmin konusu olabileceğini düşündüğümüz her şeyi aynı yıl içerisinde, aynı yıkıcılıkla yaşıyoruz. Bu gerçekten geleceğe dair ürkütücü bir tablo.

Bu iktidar ilişkileri içerisinde kadın mücadelesinin de önemli bir rolü var ve bu da günümüzdeki yükselişe de denk düşüyor.
Türkiye’deki iktidarların, hatta dünyada binlerce yıldır var olan ataerkil iktidarların kadını konumlandırdığı yer belli. Kadın evli olmalıdır, kutsaldır, doğurgandır vs. Kadını kendi gerçekliğinden çıkarıp mitsel, dinsel vb. bir yere yerleştiriyorlar. Burada ise film yükselişte olan bir kadın mücadelesine de denk düşüyor. Aras kendine yüklenen kadın formundan zamanla çıkmaya başlıyor ve erkeksi iktidara karşı mücadelesini en çok ezilen sınıfla gayri resmi bir ortaklık kurarak yapıyor. Burada net bir şey söylüyoruz, emekçi mücadele ile kadın mücadelesinin ortaklaşması yaşadığımız yerde birçok şeyi değiştirebilir.

Aden’i izleyenler çok katmanlı, politik ve distopik bir alegori ile karşılaşacaklar. Peki bu atmosferden çıkış mümkün mü? Filmin sonu bu anlamda ortada gibi.
Çok ipucu vermeden söyleyeyim bence umutlu çünkü önemli olan filmin sonundaki koşuyu yapabilmek. Aradığımız o Aden’in, cennet bahçesinin mücadele olmadan mümkün olamayacağını görmek lazım.