Eğitim sistemi, Türkiye tarihinde hiçbir iktidar döneminde olmadığı kadar bu iktidarın döneminde tartışma konusu oldu. Basit, bilimsel, çağdaş ve laik eğitimi tasfiye etmeyi adeta amaç haline getiren iktidar bu alanda adımlarını her geçen gün hızlandırıyor. Toplumun büyük kesiminin tepkisine rağmen eğitim politikaları, alanında uzman olmayan, pedagojik formasyonu bulunmayan kişilere teslim edilmiş durumda. FMV Işık Üniversitesi […]

Müfredatı hazırlayanlar anlıyor mu emin değilim

Eğitim sistemi, Türkiye tarihinde hiçbir iktidar döneminde olmadığı kadar bu iktidarın döneminde tartışma konusu oldu. Basit, bilimsel, çağdaş ve laik eğitimi tasfiye etmeyi adeta amaç haline getiren iktidar bu alanda adımlarını her geçen gün hızlandırıyor. Toplumun büyük kesiminin tepkisine rağmen eğitim politikaları, alanında uzman olmayan, pedagojik formasyonu bulunmayan kişilere teslim edilmiş durumda.

FMV Işık Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Başkanı Prof. Dr. Örsan K. Öymen, bu alanda bilimsel ve çağdaş metotlarla adım atılmadığı müddetçe geriye gidişin durdurulamayacağı görüşünde. Eğitim politikalarının nasıl olması gerektiğinden eğitim felsefesi alanına kadar birçok alanda önemli eserler veren Öymen, 19 yıldır Assos’ta Felsefe etkinliğini de düzenleyen isimlerden. Öymen aynı zamanda Felsefe Bilim Sanat Derneği kurucu üyesi ve yönetim kurulu başkanı.

Eğitim sistemini herkesin eleştirdiği bir dönemde bununla yetinmenin doğru olup olmadığını sorduğumuz Öymen’e ‘Ne yapmalı’ sorusunu da yönelttik. Bu hafta Pazartesi Söyleşisi’nin konuğu olan Öymen, sorularımıza kapsamlı ve çarpıcı yanıtlar verirken, son kitabı ‘Tanrı Var Mıdır?’a dair merak ettiklerimizi de cevapladı.

• Türkiye’deki eğitim sisteminin gidişatından başlayalım isterseniz…

Eğitim ezberciliğe dayanmış durumda. Sistem, kavrama ya da anlama üzerine değil de daha çok ezberletmek üzerine kurulmuş. Bu sosyal bilimlerde de fen bilimlerinde de aynı şekilde hayata geçirilmiş durumda. Konular anlaşılmaktan ziyade anlaşılmamak üzerine hazırlanmış gibi. İlköğretim ve lise müfredatına baktığınızda karışık bir dille yazıldığını, üzerinde çalışılmamış olduğunu görebiliyoruz. Öyle bir tablo var ki, bu kitapları hazırlayanların kendisinin de anlamadığı bir durumla karşı karşıyayız, bu hissi uyandırıyor bende durum. Ders kitaplarını yazan ve öğreten öğretmenler -arada istisnalar, görevini çok iyi yapanlar da var tabii- anlattıkları konuları anlıyorlar mı emin değilim. Bir eğitmen ya da müfredatı hazırlayan kişi bir konuyu anlatabilmek için öncelikle konuyu anlamalı. Bunun eksik olduğunu düşünüyorum. Sorgulayıcı, analitik ve yaratıcı düşünmeye sevk eden bir eğitim sistemi yok.

• Bu tablonun açığa çıkmasında eğitim politikalarının payı var mı?

Geçmişte nasıl bir eğitim sistemimiz vardı, o da tartışılır; ancak AKP iktidarı döneminde bu tablo giderek kötüleşti. Eğitim bilimsel metotlar yerine dinci İslamcı bir biçimde okullara sunuldu. Bu da eğitimi bilimsellikten kopardı. Medrese kafası bu alanda hâkim hale geldi. Milli Eğitim Bakanlığı yerini ümmetçi eğitim bakanlığı anlayışına bıraktı. Halka bilimsel laik eğitim verme kaygısı taşıyan insanlar tasfiye edildi. Dolayısıyla bu kara tablo ile karşı karşıya kaldık.

• Daha somutlamak gerekirse sorun nedir?

İmam hatip liselerinin pozisyonundan başlayabiliriz. AKP iktidara geldiğinde sayıları 400 küsurken, şu an 4 bini geçmiş durumda. Oysa Türkiye’de 80 bin küsur cami var. Bu durum da bize imam hatiplerin kuruluş amacının dışına çıktığını net biçimde gösteriyor. Yani bir istihdam sorunundan öteye bir zihniyet sorunu ortada duran. İmam hatipler ideolojik bir aygıta dönüşmüş durumda. Tamamıyla Atatürk’ün getirdiği öğretim birliği yasasının ortadan kaldırılması için imam hatipler bir araca dönüşmüş durumda. Dolayısıyla en somut sorun bu.

Bir diğeri ise imam hatipteki müfredata baktığımızda eğitimin yaklaşık yüzde 40’ının dini eğitim olduğunu görüyoruz. Kelam, fıkıh, Kuran, hadis vs var. Bu oran çok yüksek. Oradan çıkan öğrenci, standart bilimsel laik eğitimin verildiği okuldan çıkan öğrenciden farklı oluyor. Farklı bir düşünce yapısına sahip oluyor. Bizim toplumsal kutuplaşma dediğimiz ve şikâyet ettiğimiz olgunun geri planına baktığımızda ise buradaki farklılığı net biçimde görebiliriz. Bu farklı eğitim biçimlerinden geçen gençler kutuplaşmanın öznelerine dönüşebiliyor. Osmanlı’nın son yıllarındaki birliği olmayan bölük pörçük eğitim sistemine çok benzeyen bir toplumsal işleyiş söz konusu aslında. Dünyanın hiçbir demokratik sisteminde böyle bir eğitim model hayata geçirilemez.

• 4+4+4 eğitim sistemi de ciddi biçimde eleştiriliyor…

Bu sistem imam hatip zihniyetinin bilimsel laik eğitim verilen okullara sızma adımı aslında. İlk dört yılı bitiren öğrenci beşinci sınıfa geçerken dini içerikli derslerin ağırlıkta olmasını tercih edebiliyor. Şimdi 4. sınıfı bitiren çocuk buna nasıl karar verebilir! Bunun kararını veli verecek. O da velinin siyasi çizgisiyle paralel olacak. Çocuğun hayatı elbette burada hiçe sayılmış oluyor.

• Başka sorunlar neler?

Denetlenemeyen kuran kursları. Sayıları on binlerle ifade ediliyor. İnsanlar istediği şekilde Kuran’ı öğrenebilir; ama 5 yaşındaki çocukları Kuran kursuna göndermek, o çocuğa kötülük yapmaktır. Beyin yıkamaktır ve İslamcı faşizm diye tanımlayabilirim bunu. Bunlara ek olarak ilahiyat fakültelerinden de bahsedebilirim tabii. Bizde 80 küsur var, dünyanın hiçbir yerinde sayı bu kadar yüksek olmaz. Konuyu sayıya dökmüş durumdalar. Mezunlar ne yapıyor? İktidara yakın olanlar televizyonda yorumcu oluyor, program sunuyor vs. Dolayısıyla hayatın her alanındaki insanları imam yapma adımlarını izliyoruz. İmam doktor, imam cumhurbaşkanı, imam başbakan diye listeyi uzatabiliriz. Özetle din devletine gidiş, laikliğin ise tasfiyesi…

• Felsefeye gelelim isterseniz. Eğitim sistemindeki yeri nedir?

Felsefenin şu an bizim eğitim sisteminde bir yeri olduğundan bahsedemeyiz. Felsefe 10. ve 11. sınıfta zorunlu ders olarak okutuluyor; fakat müfredata baktığımızda, yanlış bilgi çok fazla. Atlanan, ismi anılmayan çok fazla filozof var. Ateist filozoflara neredeyse yer verilmemiş. Hume, Sartre, Marx, Russell gibi filozofları öğrenme şansınız yok; ama Ortaçağ filozoflarını bol bol anlatmışlar. Gazali’ye bol bol yer vermişler. Bilgiler çok yüzeysel ve mantıksal açıdan bir değer taşımıyor. Göstermelik olarak felsefeyi koymuşlar bence. Bir de şu mesele var; din dersi ilkokul 3’ten itibaren her yıl zorunlu. Bu da biliyorsunuz, 12 Eylül faşist darbesinin hayata geçirdiği bir uygulamaydı. Anayasa’ya konulan bir maddeydi. Felsefe ise sadece 2 yıl zorunlu. Bu da iktidarın zihniyetini net biçimde özetleyen bir uygulama. ‘Fazla sorgulama, düşünme ve tartışma!’ uyarısı yapıyor iktidar.

• Peki, nasıl bir eğitim sistemi olmalı?

Eğitim sisteminde dinsel eğitimin oranı bir kere en alt düzeye çekilmeli. İmam hatip liseleri imam ihtiyacını karşılamaya dönük biçimde varlıklarını sürdürmeli, şimdiki gibi iktidarın arka bahçesi olarak değil. Kuran kurslarının mutlaka denetlenmesi ve kaçak vs olanların mutlaka kapatılması gerekir. Gerekirse belediye meclisi kararıyla belediyelerin denetimine açılabilir. İşin uzmanı ilahiyatçılar tarafından bu kurslar yönetilebilir.

4+4+4 eğitim sistemi kesinlikle kaldırılmalı ve yerine 12 yıllık zorunlu eğitim getirilmeli. Bu zorunlu eğitim de doğa bilimleri, sosyal bilimler, felsefe, matematik ve güzel sanatlar alanında verilecek eğitimlerden oluşmalı. Bir de tabii dil eğitimi çok önemli. Türkçe ile birlikte en az bir yabancı dilin bu süreçte öğretilmesi gerekli. Zorunlu din dersinin kaldırılması da zaruri adımlardan bir tanesi olmalı.

• Bir de şu var tabii, sınıfsal eşitsizlikler nedeniyle yoksul ailelerin çocukları bu çarpık sistemin yer aldığı okullara gitmek zorunda kalırken, geliri daha yüksek aileler çocuklarını nitelikli ama özel okullara gönderebiliyor…

Bu çok acı bir durum. Parası olan kendini ‘kurtarabiliyor.’ Dolayısıyla bir kere ilköğretim ve lisenin tamamıyla ücretsiz ve aynı zamanda nitelikli olması gerekiyor. Ücretsiz ama kalitesiz değil, hem ücretsiz hem kaliteli olmalı. Bugünkü iyi dediğimiz özel okulların seviyesinde olmaları gerekiyor devlet okullarının, belki de özel okul mefhumunu kaldırmamız gerekiyor. Ama bir de şu var: Devlet okullarının kaliteli ve ücretsiz olduğu bir ortamda zaten diğer tarafa ilgi azalacaktır. Özellikle ilköğretim ve lise için bu çok kritik. Türkiye’de birkaç lise hariç ilköğretim ve liselerde iyi eğitim veren devlet okulu çok az. Şimdi buradan kötü eğitimle üniversiteye geçen genç, üniversitede her şeyi sil baştan öğrenmek zorunda kalıyor.

• Kitabınızın kapağında ‘Tanrı var mıdır’ gibi çarpıcı ve kamuoyumuzun da duymaya alışık olmadığı bir soru soruyorsunuz. Özellikle din ve bilim ilişkisi geniş biçimde irdeleniyor kitapta. Bu ilişkiyi açmanız mümkün mü?

Bir kere bilimle dinin bağdaşabilmesi mümkün değil.

• Niye bağdaşamaz?

Basit aslında, bilimde sorgulama ve yanlışlanabilirlik vardır. Bilim tarihi yöntemsel olarak bu adımların üzerine inşa olmuştur. Örneğin dünya merkezciliği esas alan Batlamyus’un ve Aristoteles’ın teorisi Kopernik tarafından yanlışlanmıştır. Kopernik Güneş merkezli teorisini sunmuştur. Tabii bu uzayı açıklamak için yeterli bir teori değil; ancak kendi gezegen mahallemizi açıklıyor. Bilim bu anlamda diyalektik ve çoğulcudur. Felsefe de böyledir. Sorgulama vardır. Şimdi dinde bu var mı? Siz tanrının varlığını, peygamberlerin varlığını yanlışlamaya çalışabilir misiniz, gerçek vahiy yoluyla peygamberlere aktarılmamıştır diyebilir misiniz? Bu tarz temel şeyleri sorgulamanız mümkün değil. Zaten din bunları sorgulamamak demektir. Diğer temel fark ise şu: Dinde hem kozmolojik hem de ahlaki anlamda hakikatler sunuluyor, peki bunun kaynağı neresi? Vahiy. Vahiy doğaüstü mucizevi bir yol demek. Felsefede, bilimde böyle bir şey olamaz. Bir bilim insanı bir teori geliştirdiğinde teorisinin kaynağını vahiy diye açıklayamaz. Dinin temelinde vahiy ve iman vardır. Mutlakçı bir anlayış söz konusudur. Felsefe ve bilim ise bunun tam tersidir.

• Bizde hem medyada hem de akademinin bazı noktalarında bilim ve dine ilişkin tartışmalarda ilahiyatçılar ile bilim insanları karşı karşıya getiriliyor ama…

Evet, bu dünyanın en saçma işi. Bir tarafta biyologlar diğer tarafta ilahiyatçılar evrimi tartışıyor. Bu akıl almaz bir şey. Ne gibi bir sonuç çıkar ki buradan… İlahiyatçının ayete referansla bilimsel bir konuyu tartışması mümkün olamaz; çünkü bu bir argüman değil.

• İnançlı birisi bilim insanı olamaz mı?

Olur tabii, var da zaten.

• Bir sorun yok yani?

Fiili olarak yok. Ama bu zor bir soru. Bu konuda en öne çıkanlar Ortaçağ filozofları. Bu isimlerin birçoğu kendisini dindar kabul eder. Descartes dindar birisi, bir yandan da filozof. Orada şunu düşünmek lazım: Yaşadıkları dönemin koşulları nasıldı? O dönemde sizin zaten dinsiz olma şansınız yok. Bunu ilan ettiğiniz anda öldürülürsünüz ya da hapsedilirsiniz. O yüzden o dönemin dindar filozof ve bilim insanlarının gerçekten mi dindar yoksa dönemin şartları gereği mi dindar olduklarını tam anlamıyla anlayamayız. Ancak günümüze geldiğimizde, örneğin Amerikan Bilimler Akademisi bu bağlamda bir araştırma yaptı ve üyelerinin yüzde 90’ından fazlasının ateist olduğunu açıkladı. Amerika halkının büyük çoğunluğu ateist değil ama bilimler akademisi üyelerinin büyük çoğunluğu ateist. Din ile bilim ilişkisi açısından çarpıcı bir veri bence. Avrupa’da da benzer bir tablo olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla hem inanan hem de bilim üreten insanlar var ve olacaktır da. Ama o insanların temel özelliği de dini bilgileri katıksız biçimde özümsemek değil, bunu bilimsel bir çerçevede ele almak oluyor.

• Kişisel görüşünüz nedir?

Hem dindarım hem bilim insanıyım argümanını ben çok sağlıklı bulmuyorum. Bir sıkışmışlık var bence orada.