Olağanüstü yönetimler, anayasa değişikliğine elverişli ortamlar değildir. İçinde bulunduğumuz OHAL ortamında, sağlıklı bir anayasal kamuoyu oluşturabilmemiz de mümkün olamayacaktır

Muhteşem ikili: AKP ve OHAL

MUHARREM ERKEK
CHP Çanakkale Milletvekili, Avukat

1980 Darbesi'nden sonra yönetime gelen hemen hemen tüm iktidarlar, bu darbenin yarattığı koşullardan ve hukuki düzenlemelerden yakınmış, ama, yakındıklarını değiştirecek güce sahipken de bunlardan yararlanmaktan bir an geri durmamışlardır. Bilimsel özerklik hep dilde var olmuş, kimse YÖK’e karşı bir girişimde bulunmamıştır. Yüzde 10 seçim barajı, Siyasi Partiler Kanunu örnekleri ise ayrı bir sorun. Bunun bir başka örneği, yaşadığımız sürece hakim konu olağanüstü haldir (OHAL).

Net olarak şunu söyleyebiliriz: AKP 12 Eylül darbe hukukunu çok sevdi. Bu nedenle anayasa değişikliğinin de ötesinde köklü bir rejim değişikliğine olağanüstü koşullarda sürükleniyoruz. Temel hak ve özgürlükleri askıya alan, anayasa ve uluslararası sözleşmelerde öngörülen güvencelerden uzaklaştıran ve kaynağını 1982 Anayasası’nın 15. maddesinde bulan OHAL yetkisi, 12 Eylül darbe hukukunun tipik bir uygulamasıdır. OHAL Kanun Hükmünde Kararnamelerini (KHK), yargısal denetimden muaf tutan 148. madde de 12 Eylül darbe hukukunun kendine güvence sağlaması için üretilmiştir. Önceki anayasalarımızda olmayan bu düzenlemelere dayanarak AKP’nin kurduğu keyfi ve hukuk dışı düzende, düşen bir çığdaki kar taneleri gibi felakete sürükleniyoruz.

Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun 14 Ocak 2016’da Meclis Başkanı’na yazdığı yazıda, yaşadığımız sürece ışık tutan çok önemli bir tespit var: “Özgürlükçü demokratik bir anayasa için çalışma yapılırken eş zamanlı olarak darbe mevzuatını ortadan kaldıracak çalışmaların da yapılması gerekmektedir. Darbe döneminden kalan ve/veya sonraki yıllarda yürürlüğe konulan bütün antidemokratik yasaların, hukukun üstünlüğü ilkesi çerçevesinde, evrensel ölçütler esas alınarak bir an önce yenilenmesi, gereğin de ötesinde bir zorunluluktur. Bu yenilenme hem Türkiye’de hem de dünyada parlamentomuza saygınlık kazandıracaktır.” O zaman, darbe hukukundan arınma sürecini yaşamadan, Başkanlık sistemi adı altında otoriterleşmeye giden yolu açanlar; bilgi kirliliği, hedef kirliliği ve yöntem kirliliği yaratarak bir OHAL Cumhuriyeti kurmak istiyorlar.

Şu tespiti ortaya koymakta yarar vardır: Temel sorunumuz (sistem ya da rejim değil) demokrasi sorunudur. Bunu da hepimiz biliyoruz. Demokrasimiz, kural ve kurumlarıyla yerleşmemişse ve uzlaşma kültürümüz yoksa hiçbir sistemde başarılı olunamayacağı da açıktır. Bunun en önemli örneklerinden biri, “demokrasiyi güçlendirme” iddiasıyla sunulan AKP’nin anayasa değişikliği teklifidir. Maddelerine yüzeysel olarak bakıldığında dahi ortaya çıkacak olan antidemokratik ruh; teklifin, gerek hazırlanma gerekse görüşülme sürecinde de hakim olmuştur.

Tek adam ve AKP, mevzuatımızı darbe hukukundan arındırmak yerine, darbecilerin yaptığı gibi, bu hukuka sıkı sıkıya sarılarak toplumu hızla demokrasiden ve özgürlüklerden uzaklaştırmaktadır. Oysa dünyada demokrasinin evrimi, AKP’nin uyguladığıyla tam tersi yöndedir. Olağanüstü ortam ve koşullarda anayasa değişikliğini yasaklayan birçok anayasa vardır; 1958 Fransız, 1976 Portekiz, 1978 İspanya, 1988 Brezilya, 1991 Romanya, 1994 Belçika örneklerinde olduğu gibi. Bizzat AKP içinde siyaset yapan Anayasa Profesörü bile OHAL döneminde anayasa değişikliği yapılamayacağını dile getirmiştir. OHAL ile hele bir de rejim değiştirme niteliğindeki bir anayasa değişikliği, demokratik bir devlette yan yana gelemeyecek unsurlardır.

AKP, her fırsatta 12 Eylül darbe hukukunun “lütuflarından” hiç yakınmadan yararlanmaya devam etmektedir. Aynı zamanda her şeye karşın demokrasi açısından ileriye doğru yapılan anayasal düzenlemelerden de ilk geri gidişi sağlayan iktidar olma unvanına sahiptir. 1982 Anayasası’nda, 1983 yılından 2010 referandumuna kadar demokratikleşme yönünde birçok önemli değişikliğe imza atıldığı halde, ilk kez açık bir anayasal kötü niyet ve geri gidişle karşı karşıyayız. Kuvvetler ayrılığını yok ederek demokrasiye, egemenliği şahsileştirerek cumhuriyete ihanet eden bu anayasa değişikliği teklifi; şeklen legal görünen bir yöntemle demokratik sistemi özünden zedelemekte, otoriterleşmeye meşruiyet kazandırmak istemektedir. Başka bir ifadeyle suiistimalci anayasacılık söz konusudur. Suiistimalci anayasacılık, mevcut koşulları ve kurumları araçsallaştırarak aslında güç siyasetini egemen kılan, fiili güç odaklı keyfi bir siyaseti inşa eden modeldir.

Görüldüğü gibi, olağanüstü yönetimler, anayasa değişikliğine elverişli ortamlar değildir. İçinde bulunduğumuz OHAL ortamında, sağlıklı bir anayasal kamuoyu oluşturabilmemiz de mümkün olamayacaktır. Ayrıca, medyanın önemli bir bölümünün tek parti ve tek adam hizmetinde seferber edildiği bir ortamda demokratik, adil, şeffaf ve eşit koşullarda propaganda yürütülemeyeceği de kesindir. Bu durumda akla gelen sorular açık: AKP, OHAL ortamını neden ve nasıl kullanmak istiyor? Kullandığı OHAL ortamıyla getirmek istediği düzen nedir ve bunu nasıl savunabiliyor?

Başta AKP sözcüleri olmak üzere, referanduma sunulacak anayasa değişiklik teklifini savunanların istikrar, kalkınma, Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesi, bürokratik oligarşiyi aşma gibi, temel gerekçeleri uygulamaya bakıldığında, çağdaş demokratik sistem örnekleriyle örtüşmediği gibi, tam tersi sonuçlarla halkı karşı karşıya bırakacaktır. Bu unsurlara yakından bakabiliriz:

Demokratik ülkelerde istikrar; bir kişinin, bir hükümetin ya da belirli bir gücün sürekliliğini değil, demokratik sistemin sürekliliğini işaret eden bir kavramdır. Aynı siyasi yapı ya da yapıların sürekli iktidarda olması istikrar anlamına gelmemektedir. AKP’nin rejimi değiştirmek isteyen teklifini meşrulaştırmak için “istikrar” vurgusuyla birlikte kullandığı “koalisyon kötüdür” benzetmesi de hiç bir biçimde gerçeği yansıtmamaktadır. Uzlaşma kültürünün göstergesi olan koalisyon hükümetleri, çoğu Batı Avrupa toplumunda demokratik yönetim sürecinin temel unsurudur. II. Dünya Savaşı sonrasından 1980 sonlarına kadar 12 Avrupa ülkesinde (Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Hollanda, İrlanda, İsveç, İtalya, İzlanda, Lüksemburg, Norveç) kurulan 218 hükümetin 131’i koalisyon (%62), 73’ü azınlık (%33) ve sadece 14’ü tek parti (%6) hükümetidir. Üstelik İtalya, Almanya, Danimarka, Finlandiya, Hollanda, İzlanda ve Lüksemburg’da bu süreçte hiç tek parti hükümeti kurulmamıştır. Çoğu, dünyanın en gelişmiş ülkeleri kategorilerinde üst sıralarda olan bu ülkelerin istikrarsız olduğu, ekonomisinin ve demokrasisinin gelişmediği ileri sürülebilir mi? Korkulması gereken parlamenter sistem ya da koalisyonlar değil, demokrasinin kaybedilmesi ve milli iradenin kontrolsüz tek kişinin keyfine terk edilmesidir.

Konuya kalkınma açısından bakıldığında da dünyadaki gelişmiş ülkelerin (Kanada, Japonya, İngiltere, Almanya, İsveç, Norveç, Danimarka gibi) parlamenter sistemle yönetildiğini görmekteyiz. Avrupa’da Güney Kıbrıs haricinde, başkanlık sistemiyle yönetilen bir tek ülkenin olmaması da bizim için önemli bir veridir.

Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesiyle başlayan anayasasızlaştırma ve hukuksuzluğun “fiili durum” ile adlandırılması, AKP’nin rejim değişikliği için meşru zemin sağlama amacıyla kullanılmaktadır. Oysa Avrupa’da, Cumhurbaşkanı’nı halkın seçtiği Avusturya, İrlanda, İzlanda, Bulgaristan, Slovenya gibi demokratik ülkelerde seçilen Cumhurbaşkanı’nın siyaset ve partiler üstü kalabildikleri, tarafsız hareket ettikleri de açıktır. Cumhurbaşkanı’nı halkın seçiyor olması, parlamenter sistemlerde Cumhurbaşkanı’nın güç kullanması gerektiğine hiçbir biçimde haklı bir gerekçe oluşturamaz. Avusturya, İrlanda ve Slovenya’da halkın seçtiği Cumhurbaşkanı’nın yasaları veto ya da iade yetkisi dahi bulunmamaktadır. Çünkü; demokrasilerde siyasi güç merkezi ve temel özne parlamento olarak kabul edilmektedir.

muhtesem-ikili-akp-ve-ohal-239017-1.

“Bürokratik oligarşi” de AKP’nin anayasa değişikliği teklifiyle güya yok olacakmış. Anayasa değişiklik teklifi yürürlüğe girerse vesayetin daha da ağırlaşacağı ve yeni doğacak saray bürokrasisi ile yönetenlerin halktan tamamen kopacağı bir yapıya doğru gidiyoruz. Millet bir kişiyi seçecek, o bir kişi de herkesi seçecek/atayacaktır. Atanacak bakanlar ve tüm üst düzey bürokrasi, Meclis’e karşı siyasi sorumlulukları olmayacağı için kendilerini tamamen Saraya bağlı görecekler, bürokraside ve hatta siyasette yeni tip hiyerarşiler doğuracaklar ve Türkiye’de yeni tip bir bürokratik oligarşi yaratacaklardır. Sarayın duvarları arasında kibir büyüyecek; liyakat yerini yanaşmacılığa bırakacak, sarayın hazırladığı bütçe ile devletin maddi olanağı bir kişinin keyfine teslim edilecek ve tüm devlet olanakları ihalelerle yandaşlara dağıtılacaktır. Bunlar olurken, parlamentonun işlevsiz hali karşısında Saray, devleti ve egemenliği kendinde toplayacaktır. Unutulmasın ki Cumhuriyetin kuruluş yıllarında zorunluluk arz eden tek adam yönetiminde dahi tek adama uygun bir anayasa yapılmamış, 1924 Anayasası’nda egemenliği ulus adına kullanmaya tek yetkili organ Meclis olarak belirlenmiştir. Teklif yürürlüğe girerse tek adam rejimine ve daha da otoriterleşmeye karşı sonu öngörülemeyen iç çatışmalara sürüklenmemiz kaçınılmaz olacaktır.

Tek adam aklıyla son on beş yılda geldiğimiz durum tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önündeyken, anayasa ve hukuk tanımayan bu tek adamı daha da güçlendirmek, fiili duruma göre hukuksal zemin hazırlamak, demokrasimiz gelişmediği halde yasama ve yargı organları yerine yürütmenin başı olacak bir kişiye mutlak güç sağlamak tam bir çılgınlıktır.

Oysa yapılması gereken şey ortadadır. Etnik, dini, mezhepsel, ideolojik farklılıklara dayalı kutuplaşmanın arttığı ülkemizde ihtiyacımız olan; çoğulcu bir bakış açısıyla laik ve demokratik parlamenter sistemi güçlendirmek, yetkileri parlamenter sistemin ruhuna uygun olarak azaltılmış, temsil noktasında tarafsız bir Cumhurbaşkanını seçebileceğimiz anayasa değişikliklerini gerçekleştirmektir. Dünyada yapılan çalışmalar da aslında demokratik parlamenter sistemin Türkiye için neden daha uygun olduğunu ispatlamaktadır: Örneğin; Freedom House 2015 verilerine göre, tam demokratik kabul edilen 49 ülkeden 6’sı başkanlık, 6’sı yarı başkanlık, 3’ü meclis hükümeti ve 34’ü parlamenter sistemle yönetilmektedir. Yine araştırmacıların büyük kısmı, parlamenter sistemin demokrasiyi destekleyen kurumsal bir altyapı sunduğunu kabul etmektedir. Araştırmacılar 1946-1999 yılları arasında 135 ülkeden toplanan verileri değerlendirdiğinde başkanlık sistemlerinde muhtemel demokrasinin ömrünü 20 yıl olarak tespit etmişlerdir. Ortalama 20 yılda bir her 23 başkanlık rejiminden birinin çökerek, bir tür diktatörlüğe dönüştüğü sonucuna ulaşmışlardır. Demokrasinin Parlamenter sistemde ortalama çöküş süresi ise 71 yıl olarak ölçülmüştür. Ayrıca Başkanlık sisteminde her 23 ülkeden biri diktatörlüğe dönüşmekteyken, Parlamenter sistemlerde bu rakam her 58’de birdir.

Türkiye’de demokrasinin ve hukuk devletinin çok iyi noktada olduğunu elbette söyleyemeyiz. Ancak; Alfred Smith’in dediği gibi “Demokrasinin bütün hastalıkları daha fazla demokrasi ile tedavi edilir.” Hal böyleyken, OHAL sürecinde rejim değişikliği içeren ve meşru olmayan bir teklifle, iktidarı sınırlama belgesi olan anayasanın iktidarın baskı aracı haline getirilmesine karşı mücadele, gelecek kuşaklara karşı görev ve sorumluluğumuzdur.