Fotoğrafı görmüşsünüzdür...

Tam pencerenin altında yer zeminin duvarla birleştiği yerde açılanın büyük oyuktan dışarısı görünüyordu.

Biri bakır sinide, ikisi devrilmiş beş çay bardağı is içinde kalmış, etrafına saçılmış zeytin taneleri seçiliyordu.

Öbür sinide birkaç küçük tabak duruyordu, çiçekli demlik yan yatmış, kırmızı naylon kaptaki kesme şekerler ise kıpırdamamıştı.

Sinilerin ön tarafında delinen duvar parçalarının un ufak dağıldığı kilimde geniş kırmızı kan lekesi görülüyordu.

Burası Pazar günü, Sur’da ikinci kattaki evinde kahvaltı yapan 38 yaşındaki Melek Alpaydın’ın öyle bahçede, kapı eşiğinde, sokak merdiveninde değil dört duvar arasında bir lokma pide ve zeytinden ibaret, başının parçalandığı mülksüzlüğün yer sofrasıydı...

Savaşla yoksulluk, terörle mücadele ile yaşam hakkının yan yana gelip ‘yine ölüm mekânı’ kurup patladığı Melek Alpaydın’ın iki göz odalı hanesiydi.

Duvarı delen şimdilerde ‘kayıp’ havan mermisi evde infilak edince kopan şarapnel parçaları Melek’in başını alıp götürmüştü.

Sur’a sokağa çıkma yasağının 33. gününde o evin önünden beyaz bayraklı zorunlu göç kafileleri uzaklaşırken Surlu yoksullar gibi üç çocukla kış kar içinde ‘göçecek’ başka yeri kalmayan Melek, ailesiyle orada kalmış.

Sokakları ceset dolu, okul bahçelerinde kar altında genç ölüleri tutulan Cizre, Silopi, Nusaybin, Silvan’daki halk gibi kişisel Başkanlık gündemli ‘yeni anayasa’ çalışmaları başlatılan ülkelerinde evlerini terk edememişler.

Ve ne yakıcı ironi ki her türlü anayasal hak ihlalini, eleştiri ve itirazın ‘terör-terörist’ parantezine kıstırıldığı, ulusalcı kanatlarını takmış, milliyetçi hıncı kuşanmış ümmetçi ruh üzerinden örgütlenmiş, Tek adam rejiminin ‘Yeni Sivil Anayasa’ kampanyasını zafere taşıyacak bu ‘ağır temizlik’ sürecinin sivil aritmetik toplamına usulca gömülmüştü.

Yine kimse kimseyi duymamıştı, insan olan ve kendisine ahlaki sorumluluk yükleyen kim varsa ‘duygusal kopuş yaşadığı’ iddia edilen Türkiye toplumu veya Türkiye ‘topluluğu’ o sabaha mahmur uyanmıştı.
Çünkü burası omuzları çökkün, tüketici gölgesini taşımaktan yorulmuş, hanidir içinde büyüttüğü boşluğa baş aşağı çakılmış ve nedense gündelik anksiyetesi artmış Türk-Kürt orta sınıfların uzun tatilli yeni yılın ilk pazarını boşluğa bakan gözleriyle karşıladığı Yeni Türkiye idi..



O gün Çanakkale’de Ezine’de mezarlık karşısında barınmak için kurduğu naylon çadırda donmuş bulunan, anayasal vatandaşlık sahibi Ünzile Türkmen’in cesedi apar topar o naylon barınaktan çıkartılmıştı.
Tabii ki Çanakkale’deki o naylon çadır, mimari tasarımı Arapça Allah yazısından ilhamlı, 162 metrelik kuleye sahip, konut fiyatları 850 bin TL’den başlayan, TOKİ’den devir Büyükşehir’den 98 milyona ihaleli ‘ışıldaklı’ göğü delen rezidans projesi sahibi Gaziantep’e pek ırak düşerdi.

Sur’un Kürt mülksüzlerden tanklı-toplu militer arındırılması ve insansız bölgeye çevrilmesini bekleyen ‘az konut, çok ticaretli dönüşüm’ projesi Gaziantep’e daha yakın dururdu.

Öyleydi... İslami suret ve sembolleri İslamcı rejime ‘tahakküm zırhı’ finansal piyasalara ‘milli sermaye ve sömürü’ formatında uyarlayan Yeni Türkiye 2016’ya çok şiddetli girmişti.

2015 katliam, saldırı, suikast karanlığından sonra 2016 ajandasının 3 Ocak sayfasını donarak ölen evsiz Ünzile, bakır sinisinin önünde başı parçalanmış üç çocuk anası Melek beraber paylaşmıştı.
“Barış gelsin, silahlar sussun” diyenlerin ‘vatan haini-terörist’ zannıyla gözaltına alındığı, Cizre’de cami avlusuna bırakılmış gözleri oyuk oğul bedenine “işkence bu” diyen kucaklayan baba feryadı ve üzerlerine kar yağan çocuk cesetlerin ıssızlığında 2016’dan gün almaya başlamıştık.

Unutmadan! Bu ‘ağır ev, ev temizliği’ni pek tabii ki Komiser Kolombo pardösülü Kabataş yalanının baş tanığı, resmi görevli ‘savaş gazetecisini’ bölgeye yollatıp, zırhlı araçlarla tur attırıp, Diyarbakır gece mekânlarını raporlatan ana medyamızdan okursanız ‘havan mermisi olduğu sanılan’ o derin müphemlikle açılan gedikte ilk siz kaybolurdunuz...