Müzik çaldığı sürece dans dans dans

Ayşe Görkem Kozanoğlu

Bir İletişim Aracı Olarak Nobel Edebiyat Ödülü

“Risksiz bir tercih... Akademi bu yıl da şaşırttı/şaşırtmadı... Zaten tamamen siyasi...” Dünyanın en prestijli, ama aynı zamanda en tartışmalı edebiyat ödülü Nobel Edebiyat Ödülü’ne dair kurulan cümleler ister istemez Eurovision diyaloglarını anımsatıyor: “Oylar bu yıl da komşuya gitti...” Ödülün açıklanma sürecinde ve sonrasında, edebiyat yazarlarından sanki şarkıcılar, Olimpiyat atletleri, F1 pilotları ya da Dünya Kupası futbolcularıymış gibi bahsettiğimiz günlerden geçiyoruz. Alfred Nobel’in edebiyat ödülünün “idealist bir yönde yazılan en yüksek değerdeki esere” verilmesi yönündeki vasiyetinde yer alan “ideal”in neyi ifade ettiğine dair problematik bir kenarda dursun, ödül tartışmaları sayesinde “alımlama estetiği”nin bize verdiği yetkiyle güncel bir iletişim ve sosyalleşme aracı ediniyor, “önemli” bir konuya dair düşüncelerimizi beyan ediyor, beğeni ya da yergi nesnesi üzerinden kendi kimliğimizi onaylıyoruz. Olmadı, ödüle toptan reddiyeyle yine kendi konumumuzu işaretliyor, geride hüzünsüz bir boşluk bırakıyoruz. “İnsanın kendine yakışanı giymesi” olarak edebiyat, kısacası.[1] İnsan düşünmeden edemiyor, acaba edebiyatı gerçekten de gösterdiğimiz kadar ciddiye alıyor muyuz?

Elbette, son yıllarda aşina olunduğu üzere, Nobel Edebiyat Ödülü’nün açıklanmasıyla birlikte gözler küresel edebiyatın en popüler figürlerinden Haruki Murakami’ye çevrildi. Murakami bu yıl da Nobel’i kazanamadı! Peki, başkaları kazandı da ne oldu?

Yakın zamanda, bir edebiyat blogunda (Ayşe’nin Kitap Kulübü), 2010’da yazılmış esprili bir yazıya rastladım.[2] Blogun yazarı, eve giren kitapları ailece okuduklarını, babasının bir çeşit “Roman Teftiş Üst Kurulu” gibi davranarak aile üyelerinin okuduğu kitapları inceledikten sonra fikirlerini beyan ettiğini yazıyordu. Baba, bir gün kızının verdiği Murakami kitabını okuyunca “şaşırtıcı bir şekilde” çok etkileniyor ve Murakami’nin yazdıklarının “sanat eseri”, Orhan Pamuk’un yazdıklarının ise “büyük bir yalan” olduğuna karar veriyor. Yazının başlığı da bu açıdan manidar: “Ailemin Yazarı Murakami ve Kara Koyun Orhan Pamuk”. Bunu okumak insanı ister istemez gülümsetiyor, hikâye bir yerlerden tanıdık geliyor ve takip eden düşünce de şu oluyor: Pekâlâ roman okumayı seven Japon bir baba da Orhan Pamuk’tan çok etkilenip Murakami’ye “gıcık” olabilir.

Küresel Folklor, Küresel Edebiyat, Küresel Kapitalizm

Murakami, gelişmiş küresel kapitalizm çağında hepimizin küresel bir folklor üzerinden iletişim kurduğumuzu söylüyor ve eserini de tam olarak bu folklorun üzerine kuruyor: Clint Eastwood ve Elvis Presley geziniyor romanlarında, McDonalds ve Disneyland’den söz açılıyor, bir karakter diğerine Star Wars’un mottosunu kullanarak “Güç seninle olsun!” derken bir diğeri Nescafe’sini yudumluyor, Rock’n Roll devam ediyor. Türkiye’den Nijerya’ya, Japonya’dan Uruguay’a zor meseleleri anlatmak için temiz bir yöntem: “Pac Man senin yüreğini kemiriyor.”[3] Elbette yazarlığının kırk birinci yılında tıpkı MJ, Levi’s ya da Nobel Edebiyat Ödülü gibi Murakami’nin kendisi de özellikle internet sayesinde iyice büyüyen bu küresel folklorun bir parçası, üzerinde konuşulacak bir konu, ortak bir referans haline geliyor.

İyi de bu her yere sızan ağlarla birbirine bağlı dünyada, bu küresel folklorun ortasında neden yapayalnızız o zaman? Eserinin tam da kalbinde yer alan bu soru, dünya üzerindeki milyonlarca okurun Murakami’ye neden bu denli bağlandığının da yanıtı aynı zamanda.

Ağlar örülmüş, çıkış yok

Ama önce şunu söylemek lazım, Murakami için bu çağda insanın içinde bulunduğu durumun bir çıkışı yok:

“Buna yüksek ölçekli kapitalist toplum denir. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin işte böyle bir toplumda yaşıyoruz. İyi ve kötü standartları kendi içinde bölündü. Karmaşıklaştı. İyi kendi içinde, trend olan iyilik ile trend olmayan iyilik diye ayrıldı. Kötü kendi içinde, trend olan kötülük ile trend olmayan kötülük diye ayrıldı. Trend olan iyiliğin içinde muntazamlık olduğu gibi sıradanlık da vardı; hippilere özgü unsurlar olduğu gibi cool unsurlar da vardı; moda olan şeyler olduğu gibi züppece şeyler de vardı. Bunların bir arada oluşlarından keyif alınır oldu. (...) Böylesi bir dünyada felsefe de gitgide ekonomi teorilerine benzedi. Felsefe, dönemin dinamikleriyle birleşti. O zaman basit olduğunu düşünmesem de 1969 yılında dünya çok basitmiş aslında. İnsanlar protestoları bastırmaya kalkan polise taş fırlatmakla kendini ifade etmiş oluyordu. (...) Karmaşıklaşan felsefe ortamında polise kim taş atar? Kim öne çıkıp da gaz yemeye razı gelir? İşte bu günümüz. Bir uçtan diğerine ağlar örülmüş halde. Ağın dışında ise başka bir ağ örülü. Hiçbir yere gidemezsin. Taş attın diyelim, o taş sekip sana döner. Gerçekten sana döner.”[4]

İnsanın kendine yakışanı giymesinden söz etmiştik ama insan kendine yakışanı kendi seçebiliyor sanılmasın, insan aldığı nefesi bile trendlerin belirlediği bir hapiste yaşıyor. O zaman romanlarında bu çıkışsızlığın, bu karanlığın gizli bir yerlerine gerçeküstüne ve bilinç dışına çıkaracak kapılar koyuyor, kısa süreliğine nefes alınacak özgürlük cepheleri açıyor, bağsız insanları incelikle birbirine bağlıyor ve ne olursa olsun dans etmeye devam diyor; dünya üzerindeki milyonlarca okuruna böyle merhem oluyor Murakami.

Dünya Üzerindeki Kayıp Ruhların Bağı

Milan Kundera, Saptırılmış Vasiyetler’de Kafka’nın Şato’sundaki Bay K.’yi örnek veriyor ve modern roman kahramanının isimsiz olduğunu söylüyordu.[5] Modern kahramanın bir adı, evlilik cüzdanı, çocukları, ebeveyni olmaz, çünkü kahraman, önceki yüzyıllardaki gibi gerçekliği taklit etmeye öykünen bir edebiyatın dışavurumu değildir artık, edebiyat dış gerçeklikle bağlarını koparmıştır, tek referansı kendisidir. Sonra zamanlar geçiyor, yüklerinden arınmış kahraman, bir oyun alanı olarak post modern edebiyatın içinden geçiyor, dağılıyor, bir kendilikten ziyade kendilik algısının sorgulanışına dönüşüyor. Murakami de adını, tüm bağlarını, aidiyetini, kendilik bilincini ve varoluş nedenini uzun zaman önce yitiren bu kahramanı alıyor, onu metinsel dünya üzerinde kayıp bir ruh gibi gezdirerek, onu kendisi gibi bağsızların arasından geçirerek tam da bu hali dramatize ediyor. Bu bakımdan Murakami romanları, gelişmiş küresel kapitalizm çağında sürüklenen insanın yaşam biçimiyle de birleşiyor.

Ali Volkan Erdemir’in Japonca aslından özenli çevirisiyle dilimize kazandırılan Dans Dans Dans’ın birinci şahıs kipiyle konuşan isimsiz anlatıcısı da anlamı ve bağlarını öyle bir yitiriyor ki neredeyse “metafizik” diyebileceğimiz bir tür kayboluş yaşıyor, bir sis bulutu içinde geziniyor; sanki yeryüzü onun ait kendi alanı değil artık. Ama bu “Aydaki Adam” olacak denli bağlarını yitirip kaybolma hali, tutku objesi olan kayıp kadının izini sürme dürtüsüyle bir anlam kırıntısı buluyor. Böylece anlatıcı, geçmişte kaybettiği sevgilisi Kiki’yi bulmak için Tokyo, Sapporo ve Hawaii arasında geçişlerle tanıştıkları yer olan Yunus Otel’e doğru bir yolculuğa çıkıyor. Karşısında bulduğu geçmişin izbe, alçakgönüllü Yunus Otel’i değil, dev bir holding tarafından satın alınmış, büyütülmüş, çevresini bile “kentsel dönüştürmüş” bir lüks otel oluyor. Anlatıcı, yol boyunca Yunus Otel’in ruhu gibi görünen resepsiyonist kız, annesinin otelde unuttuğu 13 yaşındaki kız çocuğu, çalıştığı film şirketi tarafından borçlandırılarak köleleştirilen aktör, tek koluyla âşık olduğu kadına hizmet eden şair, takma adlı eskort kızlar gibi başka kayıp ruhlarla tanışıyor; Koyun Adam’ın öğütlediği gibi dans edip bağ kurmayı öğreniyor. Kahramanın kayboluştan arayışla çıktığı, asıl yolculuğun geri dönüş olduğu Odysseia biçimindeki olay örgüsü; polisiye, gizem, romans ve büyülü gerçekçilikle birleşerek edebî türler arası bir kesişim alanına dönüşüyor.

Karakterlerin sürekli birbirine “pek iyi ifade edemiyorum”, “ne demek istediğini tam anlayamadım”, “bunu cümlelere döküp anlatmam çok zor”, “biraz daha somut şekilde anlatabilir misin” gibi cümleler kurduğu Dans Dans Dans’ın en ilginç yanlarından biri de anlatıcının Kiki’ye âşık olduğu an. Ücret karşılığı dergi yazıları, röportajlar, reklam metinleri kaleme alan anlatıcıya günün birinde metnini yazacağı reklamda kullanılmak üzere dev bir kulak fotoğrafı gönderilir. Eskortluk ve kulak modelliği yapan Kiki’nin kulağının fotoğrafıdır bu. Anlatıcı bu fotoğrafı duvara asar, günlerce bakar ve bu kulağın sahibi olan kadınla tanışmaya karar verir. Başta sorduğumuz soruyu tekrarlayalım: İyi de bu her yere sızan ağlarla birbirine bağlı dünyada, bu küresel folklorun ortasında neden yapayalnızız o zaman? Sorunun yanıtı, bu sözde iletişim dünyasında bir kulağa âşık olan adamda saklı.

[1] Tim Parks’ın Ben Buradan Okuyorum (Metis, 2016) kitabında yer alan “Nobel’in Kusuru Ne?” ve “Kuralsız Bir Oyun” başlıklı yazıları kıyafet seçimlerimizi sorgulamakta yardımcı olabilir.

[2] http://ayseninkitapkulubu.blogspot.com/2010/10/ailemin-yazar-murakami-ve-kara-koyun.html

[3] Haruki Murakami, Dans Dans Dans, Çev. Ali Volkan Erdemir, Doğan Kitap, İstanbul, 2020, s. 372.

[4] Haruki Murakami, age, s. 89.

[5] Milan Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, Çev. Özdemir İnce, Can Yayınları, İstanbul, 2018, s. 160.