Kentler bir avuç rantiye sermayedarın insafına bırakılamayacak kadar hayati önem arz eder. Kamu yararı gözetmeyen ve plansız bir kentleşme yaşanabilir kentler üretemez.

Nasıl bir kent?

Onur Lami Yalman

Kent dediğimiz zaman hepimizin gözünde oluşan bir imge var. Bu imgenin böylesi bir yaygınlıkla yerleşebilmiş olmasının sebebi hepimizin kentsel dokunun bir şekilde temas ettiği mekânlarda yaşamımızı sürdürmemiz. Henri Lefebvre’in ünlü şiarını anımsamak gerekirse: Toplum bir bütün halinde kentleşmiştir. İktidarın izlediği politikalar sayesinde bu gerçekliği iliklerimize kadar hissetmekle birlikte, bir yandan da kent imgesi beton ile denkleştiriliyor; kent kavramının içi boşaltılıyor. Halbuki kentler gündelik yaşantımızın arka planında bir sahne olmaktan öte, yaşantımızı şekillendiren, sosyal ilişkilerin ve çelişkilerin vücut bulduğu mekânlar. Toplumsal özneler olan kentliler de sahnenin karşısındaki izleyiciler değil, kentin asıl sahipleri. Gezi davasında gördüğümüz üzere kenti sahiplenen ve uğruna mücadele edenlerin cezalandırılması aslında bize gösteriyor ki, izleyici konumunda olmayı reddederek sahneye çıkanlar iktidarları hayli rahatsız edebiliyor. Bu bağlamda kenti inatla sahiplenebilmemiz için aslında sormamız gereken şu: Nasıl bir kent?

Kenti anlamak için kenti var eden tarihsel koşullarla başlamakta fayda var. Gordon Childe’ın Kentsel Devrim makalesinde aktardığı üzere, avcı-toplayıcı toplulukların gündelik yaşam pratiklerinde net bir iş bölümü yoktu. Topluluğun her bireyi hayatta kalabilmek adına üretim sürecine katılmak zorundaydı. Tarımsal üretimin baskın üretim biçimi olarak ortaya çıkmasıyla yerleşik hayata geçildi. Zaman içinde verimliliğin artmasıyla anlık ihtiyaçlardan daha fazla hasılat yapılabiliyordu. Bu ürün fazlası, tam zamanlı mesleklerin varlığını mümkün kılmaktaydı. Artık herkes üretim sürecine katılmak zorunda değildi. Üretilen bu artık değerin hesaplanması, saklanması, korunması, dağıtılması gibi ihtiyaçlar doğrultusunda bu işlevleri gerçekleştirenler üstlendikleri görevlerden ötürü ayrıcalıklar edinmeye başladılar. Üretilen mekânlar da bu işlevleri ve ayrıcalıkları karşılamak üzere şekillendi. Yöneten ve üreten sınıfların ayrımı hem sosyal hem de mekânsal olarak pekişmiş oldu. Örneğin Mezopotamya’daki ziggurat yapıları, dinî işlevlerinin yanı sıra tahıl depolarıydı. Ruhban sınıfı tahılları kayıt altına alıyor, nasıl dağıtılacağına karar veriyor, askerler ise bu devasa yapıyı hem içeriden hem de dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı koruyordu. Özelleşen ve karmaşıklaşan mekânsallıklar ve aynı derecede karmaşıklaşan sınıfsal ilişkiler, ‘kent’ dediğimiz olgunun temellerini oluşturmakta.

Kentsel mekânın üretimi, tarihin her döneminde hâkim üretim biçimi doğrultusunda şekillenmiştir. Hâkim sınıflar, kentleri kendi suretlerinde şekillendirmişlerdir. Günümüz kentleri de istisna değildir; günümüz kentleri kapitalizmin kentleridir. Kapitalizmin kendini yeniden üretmesinde araçsallaşan kentleri anlamak için kısaca kapitalizmin işleyişine de göz atalım: En basit haliyle kapitalizm, paradan para üretme rejimidir. Marx bunu para-meta-para olarak özetler. Bir sermayedar anaparasıyla meta–hammadde, üretim araçları, canlı emek–satın alır ve bunlarla yeni meta üretir. Ürettiği metayı piyasaya sunar ve paraya dönüştürür ve kâr eder. Bu döngü sınırsız kere tekrarlanarak büyüme sağlanır, kâr giderek artar. Bu döngü ne kadar hızlı tamamlanırsa sermayedar o kadar hızlı kâr eder. Katlanarak artan bu hızı Marx mekânın zaman tarafından yok edilmesi olarak adlandırır. Hızı artırmak üzere kurulan ekonomik ve sosyal ilişkiler, mekânı bir fazlalık olarak görmekte ve aradan çıkarma eğilimindedir. Mekânın, kapitalizmin post-endüstriyel olarak adlandırılan evresi için bir başka anlamı daha vardır: Mekân bir spekülasyon aracı olarak kullanılmakta, üretilen mekânlardan rant elde edilmektedir. David Harvey’e göre kentsel mekân üzerinden kendini yeniden üreten kapitalizm varlığını sürdürebilmek için üretilen kentsel rantı bir şekilde soğurmalı, döngüsüne tekrar dahil etmelidir. Günümüz kentlerinin sorunu tam olarak burada yatmaktadır. Soylulaştırma projelerinden tutun “çılgın proje”lere; TOKİ tipi kentleşmeden çoğu boş kalan lüks rezidanslara, bütün bunlar tek bir gerçeğe işaret eder: Kent, insanlar için değil rant içindir.

Ancak, kentler bir avuç rantiye sermayedarın insafına bırakılamayacak kadar hayati önem arz eder. Kamu yararı gözetmeyen ve plansız bir kentleşme yaşanabilir kentler üretemez. O zaman nasıl bir kent sorumuza dönecek olursak, kentlilerin kentin üretim sürecinde söz hakkı sahibi olduğu, demokratik ve toplumcu kentlerin olasılığını tartışmamız gerekiyor. Lefebvre tarafından ortaya atılan, Harvey tarafından geliştirilen ‘kent hakkı’ kavramı tam böylesi bir ihtiyaca cevap verir. Ancak kent hakkını diğer hak mücadelelerinden ayrı bir konumda tutmak gerek, çünkü kentin tanımı gereği antikapitalist bir tözü ihtiva ediyor. En nihayetinde üretim araçlarına el koymak ile mekânın üretim sürecine müdahil olmak birbirini dışlamamakta, hatta aksine tamamlamaktadır. Bir adım öteye taşıyarak ekolojik mücadeleleri de buna dahil edebiliriz. Kentsel dokunun küresel ölçekte yayılmasıyla romantize edilen bir doğanın savunusundan bahsetmek mümkün değildir. Doğa da tıpkı mekân gibi üretilmiştir. Balta girmemiş orman yalnızca balta girmeyi bekleyen ormandır. Başka bir deyişle, küresel iklim krizi, sonuna kadar kentli bir krizdir, kentin krizidir. Bu noktada denilebilir ki ekolojik mücadeleler de kent hakkı mücadeleleri ile aynı düzlemdedir. Yani Karadeniz’de, Kazdağları’nda, kıyılarda, ormanlarda kent yağmasına karşı çıkan kitleler aslında kent hakkını talep eden, insan hakkı temelinde değerlendirilmesi gereken bir karşı çıkışı ortaya koyarlar.

Kent hakkı mücadelesinde kent sakinlerinin yanı sıra bir özneden daha söz etmek gerek. Bülent Batuman, Gramsci’nin ‘organik aydın’ kavramını plancılara, mimarlara ve Mimarlar Odası örgütlülüğüne uyarladığı çalışmasında kent profesyonellerinin toplumsal rolüne dikkat çeker. Sınıf savaşımının bir tarafı olan ‘organik’ mimar ve plancı, doğal olarak kent mücadelesinin de içindedir. En somut ve güncel örnek olarak Gezi Parkı direnişinin günah keçisi ilan edilerek 18 yıla mahkûm edilen Mimar Mücella Yapıcı, Şehir Plancısı Tayfun Kahraman ve Mimarlar Odası avukatı Can Atalay’ı gösterebiliriz. Burada cezalandırılmak istenen hem kent hakkını hem insanca yaşam hakkını bir arada savunan kitlelerin sesi ve bu sesi duyuran meslek alanı gereği öncülük eden meslek odaları.

Biz dışarıdaki mimarlar, plancılar ve diğer bütün kent savunucularına düşen ise bu rant çarkına dur demek ve kentlerimizi sahiplenmek. Bugün kurulan ilişkiler ve mücadeleler, kapitalizm sonrasında kurulacak düzenin kentlerinin gündelik yaşam pratiklerine temel oluşturacak. Bugün adalet nöbetleri bu anlamda kent hakkına, adil yaşam hakkına yönelik taleplerin direniş mekanları haline gelmekte ve çoğalıp büyümesi, tam da nasıl bir kentte yaşamak istediğimize ilişkin tahayyüllerin gerçekleşmesi için büyük önem arz etmektedir. Mücadeleden doğacak yarınlar için, demokratik ve toplumcu kentler için herkesi Mimarlar Odası önünde süren Adalet Nöbeti’ne bekliyoruz.