Yine de, ruhu ölen, öldürülen bütün mekânlara, örneğin Bursa’nın kurumuş bin bir çeşmesine, kökünden koparılmış içinde hem Nâzım’dan hem Tanpınar’dan hem de bir şekilde Manguel’den izler taşıyan ağaçlarına inat, kendimizce görüyoruz tüm güzellikleri.

Nâzım, Manguel ve Tanpınar’ın Bursa buluşması

ŞAFAK PALA

Yıllar önce bir sonbahar akşamı, geçmişte en güzel günlerini yaşamış ama şimdilerde nasıl bir yol alacağı belli olmayan bir kır kahvesinin metruk bahçesinde, Alberto Manguel’le buluşmuştuk. Garip bir akşam vaktiydi. Bilirsiniz şehirlerin en gürültülü saatleridir akşam vakitleri. Güneş ulu bir dağın batı yamaçları ardına gizlenmeye başlar. En azından bizim kentimizde böyledir. Biz sırtımızı ulu bir dağa, tanrıların dağı Olimpos’a yaslamışızdır çünkü. Ve güneşi her akşam biraz da tepeden bir bakışla batırırız. İşte güneş biz fanilerle, ağır ağır ufukta vedalaşırken, bizler sanki geçip giden zamanın telaşına düşeriz ve daha bir gürültü çıkarırız geçmekte olan zamana direnmek için. Zamanı durduramayacağımızı biliriz ama ne gam! Her akşam o vakitlerde, varız, deriz kendi bildiğimiz gibi. Korna sesleri birbirine karışır, araba egzozları sanki daha bir gümbürder, akşam pazarı diye bağırır uzaktan davudi sesli bir pazarcı, kızım bir ekmek al da gel eve, diye seslenir karşı apartmanın balkonundan bir kadın. Ve müzik sesleri bastırmaya çalışır akşamın sessiz sakin üzerimize çöküşünü.

Sözü uzattım farkındayım ama işte böyle, şehrin bütün seslerinin birbirine karıştığı bir akşam vaktinde Alberto Manguel’le, o metruk kır kahvesinde buluştuk. Akşamın bütün sesleri, zamanın bütün sesleri çok uzakta kalmıştı. Biz o bahçe kapısından içeriye adımlarımızı attığımızda başka bir dünyaya, başka bir zamana doğru atlamıştık anlayamadığımız bir geçişle. Aslında belki de zamansız ve mekânsız bir gerçeklikteydik.

Peki, niye buradaydık? Bizler aynı dünyada soluklansak da hatta kimilerimiz aynı şehirde yaşasak bile her birimiz bu dünyayı farklı algılayan insanlardık. O yüzden uzaklarda bir anı olarak kalmış o akşamı, ben kendi algıladığım gibi anlatmak istiyorum sizlere.

Evet, bütün sesler, bütün yüzler bizim dışımızda kalmıştı. Bir kaplıcanın bahçesinde öylece kalakalmıştık. Karanlık çökmeye başlamıştı ve zamanla yarışıyorduk. Hızla bu avluda, bu avlunun hemen yanı başındaki kaplıcada bir zamanlar yaşananları anlatmaya çalışıyorduk, dünyanın bambaşka bir köşesinden gelen, dil cambazı yaşlı adama.

Yıkıntı binaların dehlizlerden geçmemiz gerekiyordu bir an önce. Çünkü bir zamanlar bu şehirde hapis yatan büyük ozan Nâzım Hikmet’in soluklarının gizlendiği duvarları, mekânları görebilmek istiyorduk karanlık çökmeden.

Tam o anda yıllar önce Bursa’da zaman geçirmiş, Bursa’ya yolculuklar yapmış Tanpınar’ın sözleri aklıma takılmıştı. Hoş, bu beş benzemez ekibi bir araya toplayan da Ahmet Hamdi Tanpınar’dı zaten. Tanpınar’ın Beş Şehir’ inin izinde bir yolculuğa çıkmıştı Manguel.

Ne tesadüftür ki, Tanpınar da, akşam vakti buluştuğumuz kır kahvesinin hemen yakınlarına gelmişti bir zamanlar ve kitabında, başka bir kır kahvesindeki izlenimlerini paylaşmıştı bizlerle.

Belki bu karanlık düşünceler oturduğum kır kahvesinde de devam edecekti. Fakat ihtiyar kahvecinin çok zarif bir hareketi onları olduğu yerde kesti. Bir eliyle bana oturacağım iskemleyi düzelten adam, öbürüyle kırmızı ve muhteşem bir gülü önümdeki şadırvanın küçük kurnasına fırlatıvermişti. Gözlerimin önünde saat, manzara hepsi bir anda bir bahar tazeliğine boyandı. Bu ihtiyar ve biçare adam bu sanatkâr hareketi nereden öğrenmişti?.. İki güvercin şadırvanın yalağının kenarında sanki bu kaideyi bir aşk istiaresiyle tamamlamak ister gibi boyun boyuna duruyorlar. Belki onları buraya kahvecinin ben gelir gelmez attığı gül çekti. Suyun hareketiyle o gül sallandıkça onlar da aşk türküleri söyleyecekler. Hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Sadece bu anı ve bu aydınlığı Bursa ovası denen büyük ve zümrütten yontulmuş kadehten içmekle kalacağım. ‘En iyisi budur, diyorum; eşyayı bırakmalı güzelliğinin saltanatını içimizde kursun.’ Yavaş yavaş dinlendikçe manzara ve etrafımı dolduran şeyler benden uzaklaşıyor. Küçük şadırvanda suyun hareketine uyarak gidip gelen taze gül ve dört yanımı birdenbire alan su sesleriyle baş başa kalıyorum. Hissediyorum ki bu su sesi, şehrin üzerinde görülmeyen başka bir şehir yapıyor.”[1]

Bizler de bir şadırvanın yanında duruyorduk ama bizim şadırvanımız ya da hadi süs havuzumuz diyeyim, kupkuruydu yıllardır. Bomboştu. Betona teslim olmuştu. Bir mezar izlenimi uyandırıyordu ancak bir mezar bile olamazdı. Toprağa bile susamış bir haldeydi çünkü. İşte bu alacakaranlıkta bir çınar ağacının altında öylece durmuştuk. Bahçenin, belki geçmişin sesini, soluğunu duymak istiyorduk kendimizce. Nâzım Hikmet’in geçmişte bir süre kaldığı Servinaz Oteli’nin terk edilmişliğini, hepimiz kendimizce duyumsarken birçok sözcük geçti aklımdan. Karanlık, sessizlik, kaybediş, yok oluş, umut, direnç.

Ancak yaşadığımız bir an; yeni bir anlamı, bir döngüyü, farklı bir zaman kavramını algılamamı sağladı. Mucize gibiydi bunu hissetmek. Alberto Manguel kurumuş bir çınar yaprağını yerden alıp defterinin arasına koymuştu. Hareketlerindeki zarafet Tanpınar’ın tümcelerinde hayat bulan ihtiyar kahvecinin, kırmızı muhteşem gülü önündeki şadırvanın kurnasına fırlatışıyla aynıydı hayalimde. Bizler, bir beton yığını haline gelmiş şadırvanın yanında, Nâzım’dan selam getiren kurumuş bir çınar yaprağında zamanın sesini dinledik, zamanın gücünü duyumsadık o an.

Karışık bir duygulanımdı bu sonuçta. Ve aslında duyumsadığım edebiyatın gücüydü. Manguel kendi Beş Şehir kitabındaki Bursa denemesinde, “Okumak, ister kelimelerle olsun ister imgeler, ister manzaralar, her zaman yorumlamak demektir”[2]der. Sonuçta herkes kendi bildiğini okur kanımca. O alacakaranlıkta zamanı ve sesleri duyumsarken bir gerçeklik daha vardı ki bir şekilde gördüğümüz, o da ölümdü aslında. Bulunduğumuz mekân, soluduğumuz toz, susuz kalmış şadırvan, yıkık beton binalar, betonun soğukluğu ve bir defterin sayfalarına çizilmiş şekiller ve o sayfaların arasına gizlenen çınar yaprağı… Bütün bunlar ölüm duygusunu çağrıştırmıştı bana. Ve kendince ölüme direnen insanlar veya tevekkülle bu gidişi kabul eden insanlar ya da işte her ne olursa olsun varım, varız diye yazanlar, yazabilenler, düşmüştü usuma.

Bu bahçede Tanpınar, Manguel ve Nâzım bir şekilde bir araya gelmişti. Zaman onları bu metruk bahçede bir araya getirmişti. Tanpınar Bursa’da Zaman’da[3] Evliya Çelebi’nin “Velhasıl Bursa sudan ibarettir.” sözüne dikkat çekmiştir. Bir çeşme, bir şadırvan, bir kaplıca bütün sesler birbirine karışır. Hayat gibi. İşte bütün o su seslerinin ortasında edebiyatın zamanında buluştu Tanpınar ve Nâzım. İkisi de aynı dönemde yaşamışlardı. Tanpınar kayıtlara göre bir yıl önce gelmişti dünyaya ve Nâzım’dan bir yıl önce de ayrılmıştı bu dünyadan. Bilmiyorum, hiç, bir araya gelmişler miydi? Böyle bir bilgiye ulaşamadım açıkçası.

Bildiğim Manguel’in yıllar sonra Tanpınar’ın Beş Şehir kitabındaki şehirleri tekrar gezerek kendi beş şehrini yazdığı Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir kitabında, Bursa ile ilgili yazdığı denemede Nâzım’dan ve o geceden de bahsettiğidir. Kitapta her şeyin ikili doğasından da söz eder Manguel. “Ankara’dan söz ederken, her şeyin ikili doğasından söz etmiştim, fakat durum gittiğim diğer şehirlerde de böyle. Bir Tanpınar’ın gördüğü şehirler var, bir de benim gördüğüm şehirler, aynı ama farklılar.”[4] Bursa için de bu böyledir ve belki de her saniye kirlenen, yozlaşan, yok edilen bütün şehirlerimiz için de böyledir.

Nâzım Hikmet ve Ahmet Hamdi Tanpınar Bursa’nın sesi olmuş yazarlardır. İki şairin de sesi farklı duyulur Bursa’da ama ikisi de vardır. Bu kentin gümüşi taşlarında farklı ahenkler bırakmışlardır. Velhasıl Bursa sudan ibarettir, diyen Evliya Çelebi’ye Tanpınar, “Sen Bursa’nın şiirini tadanların başında gelirsin...[5] diyor. Ne güzel bir söz, bir şehrin şiirini tatmak. Bütün ikilikleri, tezatlıkları ve farklılıklarıyla bir kentin şiirinin olması ne güzel. Ve kentlerin sesi olan şairleri, yazarları olması ne güzel. Ve bu farklı şiirleri, ezgileri, sesleri duymak, okumak. Kendi bildiğince okumak…

Alberto Manguel’in Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir kitabıyla ilgili olumlu, olumsuz birçok eleştiri yapıldı. Belki biraz da hayal kırıklığı yaşadı birçok okur. Hâlbuki sorun Manguel’de değildi, sorun bizlerdeydi. İçeriden bir göz gibi görmesini istemiştik bizleri, şehirlerimizi. Romantik bir düşünceydi bu. Oysaki o dışarıdan bir göz olarak bakmıştı ve kendi gönül gözüyle gördüklerini yazmıştı. İster beğenelim, ister beğenmeyelim.

Manguel Nâzım’la ilgili yazdığı bölümde, büyük ozanın Yaşamaya Dair şiirinden alıntılar yapmış. Ve kitabın sonunda yine Nâzım’ın aynı şirinden “Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşanacak.” tümcesini tekrar alıntılamış, bir sorunun içinde.

Ölüm yaşamın bir parçası ve kayıplarımızın boşluğuyla yaşamaya çalışıyoruz hepimiz. Ama yine de, ruhu ölen, öldürülen bütün mekânlara, örneğin Bursa’nın kurumuş bin bir çeşmesine, kökünden koparılmış içinde hem Nâzım’dan hem Tanpınar’dan hem de bir şekilde Manguel’den izler taşıyan ağaçlarına inat, kendimizce görüyoruz tüm güzellikleri. “Fakat Bursa ışığı olduğu gibi yine dört yanda çınlıyor, su sesleri ledünnî bir rüya gibi.[6] diyen Tanpınar’ın gözüyle de, “…Diyelim ki hapisteyiz,/yaşımız da elliye yakın,/ daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının./ Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,/ insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla yani, duvarın ardındaki dışarıyla…[7] diyen Nâzım’ın gözüyle de, “Hepimiz tekilliğe mahkûmuz[8] diyen Manguel’in gözüyle de göreceğiz dünyamızı zaman zaman.


[1]Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 26. Baskı, Dergah Yayınları, İstanbul, Eylül 2009, s. 113-114-115-116.

[2]Alberto Manguel, Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir, 1. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Şubat 2016, s.91.

[3]Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 26. Baskı, Dergah Yayınları, İstanbul, Eylül 2009, s.93.

[4] Alberto Manguel, Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir, 1. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Şubat 2016, s.102.

[5]Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 26. Baskı, Dergah Yayınları, İstanbul, Eylül 2009, s.101.

[6]Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 26. Baskı, Dergah Yayınları, İstanbul, Eylül 2009, s.100.

[7]Alberto Manguel, Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir, 1. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Şubat 2016, s.100.

[8]Alberto Manguel, Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir, 1. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Şubat 2016, s.95.