Türkiye, Orta Çağ’ı andıran, AKP’nin dinci faşist dikta rejimiyle baş başa kaldı. Karşı-devrimcilerin boğduğu felsefe, yani özgür, sorgulayıcı, yaratıcı ve analitik düşünce, din fetişizminin esiri oldu

Ne olacak bu felsefenin hali?

Örsan K. Öymen
Prof. Dr. Felsefe Sanat Bilim Derneği Kurucusu ve Başkanı
Işık Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Başkanı


Büyük çoğunluk “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusuyla meşgulken, “Ne olacak bu felsefenin hali?” sorusunu ortaya atmak yadırganabilir. Ancak memleketteki siyasi hal ile felsefi hal arasında bir ayrım yapmak da olanaklı görünmüyor. Birincisi, siyasi hal felsefenin halini de etkiliyor. İkincisi, felsefenin hali yüzünden de siyasi hal değişmiyor.

Felsefenin halinin de siyasetin halini belirleyebileceği düşüncesi bazılarına safça gelebilir. Ancak olgular bunun saflık değil, tarihsel bir gerçek olduğunu gösteriyor. Filozofların, özellikle Etik (Ahlak Felsefesi) ve Siyaset Felsefesi alanında ortaya koydukları kuramlar ve düşünceler, insanlık tarihindeki toplumsal ve siyasal gelişmeleri etkileyen ve belirleyen temel unsurlardan birisi olmuştur.

Antik Yunan döneminde Sokrates, “Ahlak nedir?”, “Erdem nedir?”, “Adalet nedir?” gibi sorular ortaya atarak, önemli bir kapıyı aralamıştır. “Güçlü olan haklıdır” bakış açısına karşı mücadele veren Sokrates, bunun bedelini, Atina meclisinde oy çokluğuyla ölüme mahkum edilerek ödemiştir. Ancak öğrencisi Platon bu davayı üstlenmiş, Sokrates’in düşüncelerinden esinlenerek, “Devlet” adlı eserini yazmış, akıl, bilgi, ahlak, erdem, adalet, siyaset arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur. Daha sonra, Platon’un öğrencisi Aristoteles, bu modeli geliştirmiş, “Politika” adlı eserinde, “İnsan toplumsal bir canlıdır” ilkesini ortaya koyarak, bireyden ibaret bir ahlakın ve siyasetin olanaksızlığını vurgulamıştır.

17. ve 18. yüzyılda, Avrupa’da, Hobbes, Locke ve Rousseau gibi filozoflar, toplum sözleşmesi kavramını geliştirmişlerdir. Özellikle Locke’un ve Rousseau’nun düşünceleri, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılma sürecini başlatan 1776 Amerikan Devrimi'nin ve 1789 Fransız Devrimi'nin kuramsal alt yapısını oluşturmuştur. Monarşinin yerine, yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı ilkesi; feodalizmin yerine, herkese mülkiyet hakkı ilkesi; teokrasinin yerine de, laiklik ilkesi getirilmiştir.

19. yüzyılda Marx, bir adım daha ileri giderek, sanayi devrimiyle birlikte oluşan kapitalist düzeni sorgulamış, üretim araçlarının özel mülkiyette olması nedeniyle oluşan sınıflı toplumun ve sömürü düzeninin yerini, sermaye-emekçi çatışmasını, sınıfları ve yabancılaşmayı ortadan kaldıran komünizmin alacağını söylemiştir. Marx’ın bu düşünceleri, 1917 Rus devrimi, 1949 Çin Devrimi ve 1959 Küba Devrimi'nin esin kaynağı olmuş, ayrıca, revizyona uğradıktan sonra, Batı Avrupa’daki sosyal demokrat, demokratik sol, demokratik sosyalist hareketlerin gelişmesine yol açmıştır.

Marx’ın, filozofların dünyayı sadece yorumlamamaları gerektiği, aynı zamanda değiştirmeleri gerektiği düşüncesi doğruydu, ancak, geçmişteki filozofların dünyayı sadece yorumladıklarına dair iddiası yanlıştı. Çünkü, Marx’ın kendisi de dahil, yukarıda adı geçen filozoflar, dünyayı hem yorumlamışlardır, hem de değiştirmişlerdir.

Türkiye’de ise felsefe-siyaset ilişkisine dair söylenecek fazla bir şey yoktur. Osmanlı İmparatorluğu’nun, 700 yıl boyunca, hem felsefeye hem de bilime büyük ölçüde kapalı olması, bugün Türkiye’nin geri kalmışlığının en büyük nedenlerinden birisidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde gerçekleşen ve 1789 Fransız Devrimi'nin gecikmeli bir yansıması olan 1923 Devrimi, bu geri kalmışlık durumunu kırmak için önemli bir fırsattı. Ancak sahte-devrimcilerle birlikte karşı-devrimcilerin çabaları sonucunda, 1950’li yıllardan itibaren, bu devrimin çöküş süreci başladı.

Sonuçta Türkiye, Orta Çağ’ı andıran, AKP’nin dinci faşist dikta rejimiyle baş başa kaldı. Karşı-devrimcilerin boğduğu felsefe, yani özgür, sorgulayıcı, yaratıcı ve analitik düşünce, din fetişizminin esiri oldu.

Din dersinin İlkokul’dan itibaren zorunlu olması; felsefe dersinin sadece Lise’de bir-iki yıl okutulması; söz konusu müfredatın eksiklerle ve yanlışlarla dolu olması; bu müfredatı okutan öğretmenlerin büyük çoğunluğunun niteliksiz olması; imam hatip okullarının sayısının AKP döneminde yaklaşık dört kat artması; üniversitelerde ilahiyat fakültesi sayısının 80’i aşması; üniversitelerdeki birçok felsefe bölümüne felsefecilerin yerine ilahiyatçıların atanması; nitelikli üniversitelerdeki felsefecilerin büyük çoğunluğunun apolitik ve siyaseten edilgen olmaları, kariyerist zihniyetin kölelerine dönüşmeleri veya “ikinci cumhuriyetçilik”, “Kürtçülük”, “İslamcılık” safsatalarının peşine takılmaları; birçok üniversitede hala bir felsefe bölümünün kurulmamış olması; felsefe alanında faaliyet gösteren dernek ve vakıfların yok denecek kadar az olması; devletin ve özel sektörün var olan derneklere yeterli desteği vermemesi; felsefe alanındaki Türkçe kaynakların ve metinlerin hem nicelik hem de nitelik açısından yetersiz olması; kaynaklarda çok sık çeviri hatalarına rastlanması; felsefe uzmanı olmayanların felsefe adı altında felsefeyle ilgisi olmayan çalışmalar yürütmesi ve felsefenin anlamını çarpıtması; Türkiye’den felsefe manzaralarına dair örnekler olarak verilebilir.

Türkiye’de felsefenin, siyasetin de etkisiyle içine düştüğü bu ortama rağmen, bir gelişme sürecine girip girmeyeceğini ve bu sürecin siyasete bir etkisinin olup olmayacağını zaman gösterecek. Henüz olmamışlık anlamındaki hiçliğin, olup bitmişlik anlamındaki hiçliği aşarak varlığa dönüşmesi, olasılıklardan birisi olarak karşımızda durmaktadır. Fiilen var olmayan ama olanaksız da olmayan şeye işaret eden potansiyel durum, umudun kaynağı olmaya devam ediyor.