Yonca bana dönerek “Hatırlar mısın Bulutsuzluk Özlemi’nin bir albümü vardı. ‘Cezaevinde bayram görüşmesi’ diye de bir şarkı vardı o albümde. Çok severdim o kaseti. Ne kadar çok dinlerdik anlatamam. O zamanlar hiç aklıma gelmemişti, bir gün böyle cezaevine görüşe geleceğim.” Bir an öylece kalıyorum

Ne olacak bütün bunlar?

Elif Ilgaz

İllüstrasyon: Zeynep Özatalay

Yine Yonca’yla Silivri yollarındayız. Ahmet Şık’ın eşi, yoldaşı, sevgilisi, Yoncik’i... Arabayı ben kullanıyorum. Yonca her zamanki enerjisi ve cıvıltılı sesiyle bir şeyler anlatıyor. Kasım ayı olmasına rağmen güneş pırıl pırıl, yazdan kalma bir gün. Günlerden Perşembe; Ahmet’in görüş günü. Bu hafta yine kapalı görüş var. Kalın camın ardından telefonla konuşacaklar. Bana açık, kapalı fark etmiyor zaten. Ben hep ‘eşlikçi'


“Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü” yazılı nizamiyeden giriyoruz. Jandarma kontrolü var. Bagajda cezaevi standartlarına uygun renkte ve sayıda yıkanmış, ütülenmiş Ahmet’in temiz giysilerinin olduğu torba var. İkinci nizamiyede kimliklerimiz kontrol ediliyor. Ardından otoparka giriyoruz. Cep telefonlarımızı ve çantalarımızı arabada bırakıp, temiz giysi torbasıyla birlikte üst aramasının yapıldığı binaya yürüyoruz. Cezaevi önündeki bahçede olağanın dışında bir kalabalık var. Çoluğu çocuğu, yaşlısı genci... Kimi kafeteryadan bir şeyler alıp oturmuş, saatinin gelmesini bekliyor. Kimi de geç kalmış, elinde çamaşır torbası telaşla sıraya girmeye çalışıyor.

“Neden bu kadar kalabalık?” diye soruyorum. Yonca etrafa bakınarak “açık görüş var galiba” diye yanıtlıyor. Sonra da dönerek bana “Hatırlar mısın Bulutsuzluk Özlemi’nin bir albümü vardı. ‘Cezaevinde bayram görüşmesi’ diye de bir şarkı vardı o albümde. Çok severdim o kaseti. Ne kadar çok dinlerdik anlatamam. O zamanlar hiç aklıma gelmemişti, bir gün böyle cezaevine görüşe geleceğim.” Bir an öylece kalıyorum. Büyük bir sessizlik oluyor. Bir şey söylemeliyim. Beceremiyorum. Boğazıma bir yumruk oturuyor, cılız bir sesle “Ben de... Ben de çok severdim o albümü” diyebiliyorum. Ve içimden söylemeye başlıyorum şarkıyı.

“Gazetelerde bu sabah bir fotoğraf var
Cezaevinde bayram görüşmesi
Analar, babalar, çocuklar
Sarmaş dolaş”
(...)

Üst aramasından sonra bizi cezaevine götürecek otobüse binmek üzere bekleme salonuna geçiyoruz. Üç cezaevine bir araç düşüyor. Ama 9 No’lu cezaevininki ayrı. 9 No’lunun her şeyi ayrı zaten. Salonda çocuklar koşuşturuyor, pusetlerde bebekler uyumakta. Bastonuyla yürürken bile zorlanan yaşlılar, koluna girilerek oturtulanlar... Herkes özenli giyinmiş. Kimisi neşeli görünmeye çalışıyor, kimi de gerginliğini gizleyemiyor... Göz göze gelen başlıyor başlarına geleni anlatmaya. Hepsi şaşkın durumuna. By-Lock yok, Bank Asya yok, FETÖ okulları yok. Hatta Zaman Gazetesi bile yok. Cümleleri bitmeden daha, gözleri doluyor. Tam yaşlar dökülecekken yanındakiler usulca uyarıyor, ”Sen güçlü durmak zorundasın. Bak hele, sen böyle ağlarsan içerideki ne yapar!”

Yonca’yla etrafımızdakileri inceliyoruz. Yanımızda pembeler içinde, küçücük bir bebek var. Annesi terden ıslanan giysilerini değiştirirken soruyorum kaç aylık diye. 4 aylıkmış. İlk açık görüşü. Babası ilk kez görecekmiş! Üzülmemek mümkün mü! Susuyorum. Annesi telaşlı, yardım ediyorum. “Babasıyla tanışacak kızım. Güzel görsün babası kızımı” diyerek düzeltiyor minicik giysilerini.
Şoförün bağırışı ile irkiliyoruz “9 No.lu cezaevine gidecek kalmasın!”

Silivri 9 No'lu cezaevi...
Bir kaç dakika içinde diğer cezaevlerinden ayrı, başka bir nizamiyeden geçilerek girilen, biraz daha uzak, biraz daha ‘profesyonel’ olan 9 No.lu cezaevine ulaşıyoruz. Buradakilerin tamamına yakını ‘FETÖ’den, kalanlarsa PKK’dan yargılanan tutuklular. Diğer cezaevlerine göre buradakilerin kısıtlılıkları daha fazla. Her tutuklunun durumu ayrı olmakla birlikte buradakilerin hemen hemen hepsine mektup yasağı var. Ne alabiliyorlar, ne de gönderebiliyorlar (Cumhuriyet çalışanları için bir yıldır devam eden bu yasak, bu yazı kaleme aldığım sırada kaldırıldı). Başlangıçta gazete ve kitap da yasaktı, şimdi kontrollü veriliyor. Burada yatanlar iki ayda bir açık, haftada bir de kapalı görüşe çıkabiliyor. Telefonla görüşme ise, haftada bir kez on dakika, yine o da birinci derece yakınlarıyla. Süre dolunca sözlerin öylece ağzında yarım, telefon kapanıveriyor. Yakın zamana kadar avukat görüşlerine de kısıtlılık getirmişlerdi, neyse ki o kalktı. Buraya ilk geldiklerinde haftada bir saat avukat görüşmeleri vardı. Her görüşme kameralarla kaydediliyor, alınan-verilen belgeler, gazeteler, savunma metinlerinin hepsinin birer fotokopisi alınıp, cezaevi savcılığına veriliyordu. Üstelik avukat görüşü ve aile görüşü aynı güne denk getirildiği için tutuklular kalan 6 gün, hücre arkadaşından başka kimseyi göremiyordu. Neyse ki bu uygulama Cumhuriyet çalışanları için ilk duruşma sonrası, hâkim kararıyla kalktı.

Servisten iniyoruz. Son arama bölümü olan göz taramasının yapıldığı bölüme geçiyoruz. Ben buraya kadar girebiliyorum. Buradan sonrasında sadece birinci dereceden akrabalara izin var. Görüş bir saat sürüyor. Temiz giysi kontrolü, içeri giriş-çıkış derken, bir buçuk saati buluyor. Yonca göz taramasını geçtikten sonra ayrılıyoruz. Elinde torbası, cezaevine doğru giderken, arkasından sesleniyorum “Ahmet’e çok selam. Onu çok sevdiğimizi söyle!” Yonca kocaman gülümsüyor “Tamamdır, söyleyeceğim.”

Bekleme salonunu şimdi de küçük bir kızın neşeli kahkahaları dolduruyor. Dedesi olabilecek bir adamla ebelemece oynuyorlar. Nasıl sevimli... Çok eğleniyor. Ailenin diğer üyeleri görevliyle tartışıyor. Bir süre sonra küçük kızı da alıp cezaevine doğru gidiyorlar.

(...)
Gülerken ağlayan bir yüz
Bir sevgili ya da bir eş
Elinde bir tutam çiçek tutan küçük kız
Sarmaş dolaş
(...)

Bir süre bekleme salonunda oturup, açık olan haber kanalını izliyorum. Bilgi gizleyerek ve ‘çanak sorular’la ekonominin ne kadar iyi gittiğini anlatan, yılların deneyimli gazetecisine dayanamayıp kalkıyorum. Kantinden bir kahve alıp, kapı önüne güneşe çıkıyorum. Kısa bir süre geçmeden, küçük kızın annesi geliyor yanıma. Şaşırıyorum. Cezaevine gitmemiş demek. “Geliniyim diye almadılar beni. Olur mu böyle şey. Herkes girdi ama.” “Hay Allah” diyorum. “Maalesef burası böyle. Birinci dereceden kan bağı olmayınca almıyorlar.”

Koyu yeşil başörtüsünün ortaya çıkardığı çok güzel bir yüzü var. Öyle kaşlı gözlü denilen güzel kadınlardan. Yaşı yirmilerin ortasında gibi. “Kayınpederim gerçek kızı gibi sever beni. Kızı olmamış da... Ama ben de öyle. Benimkiler uzakta. Babam gibidir. Çok çok severim” diye anlatırken gözleri doluyor. Ağlamamak için çok direniyor. Ama “Araba kullanmayı bile o öğretti bana” derken tutamıyor kendini, ağlıyor. Teselli etmeye çalışıyorum, olmuyor. Kahvesinden bir yudum alıyor, cebinden sigarasını çıkartıyor ve ilk nefesini derin çektikten sonra devam ediyor. 67 yaşındaymış kayınpederi. İfade vermeye diye emniyete çağırılmış, kafasında iş olsun sevmezmiş ‘aman bir an önce gideyim de, kurtulayım’ demiş. İfade verip çıkacakken, tutuklayıvermişler hemen. Facebook’taki paylaşımları yüzünden diyorlarmış. ‘Erdoğan’a hakaretten’ “Facebook’u da ben açmıştım ona. O beceremez ki kayıt olmayı. Söylemiştim ama ‘açıyorum bak, dikkat et’ diye. MHP’lidir. Paylaşmış işte öyle bir iki caps, bir de Sözcü gazetesinden birkaç yazı. Ondan alındı diyorlar.” Kayınpederine Facebook’tan hesap açtığına pişman şimdi. “Birkaç yıldır bizim ailede iki kişi bir araya gelse hep siyaset konuşuluyor.. Benim aile Karadenizli, hep CHP’liydiler. Karaoğlancı. Ama sonra AKP’li oldular. Ben de öyle. Kayınpeder farklı. O MHP’li. Çok tartışırdık. Bana çok kızardı. Haklıymış. Bizler devletimizi severiz. Öyle yetiştik. Hiç karşı gelmedik. Şimdi FETÖ’cü falan diye alıyorlar etrafımızdaki insanları. Çok üzülüyoruz. Hepsi bizim gibi. Katil, terörist girer hapise. Benim kayınpederimin ne işi olur ki? Bir haftaya salarlar. Bak, gör anlayacaklar suçsuz olduğunu” diyor. ‘O işler öyle olmuyor maalesef, giren kolayına çıkamıyor’ diyecek oluyorum ama kıyamayıp, susuyorum. Öyle tatlı tatlı anlatıyor ki...

Küçük kıza dedesinin hapiste olduğunu söyleyememişler. O burayı dedesinin yeni işyeri sanıyormuş. Bir hafta olmuş tutuklanalı. İlk görüş bu,. Hem de açık görüş ‘kısmetli’ diyor. “Böylesi çok iyi oldu, torununa sarılır hasret giderir.”

Ara vermeden anlatıyor. Sonra dönüp bana neden beklediğimi soruyor. Ahmet’i duyunca “azıcık sussa, onu da salıverirler ama o hiç susmuyor ki. Siz bi’ uyarsanız?” diyor. Gazetecilerin durumundan konuşuyoruz bir süre. Üzülüyor işsiz oluşuma “Sözcü gazetesinde çok tanıdıklarımız var. Konuşalım size iş bulalım” diyor, gülümsüyorum. Tam o sırada kızı ağlayarak geliyor. Dedesinin yanında kalmak istiyormuş. Genç kadının yine gözleri doluyor. Kafamı çevirdiğimde Yonca’yı görüyorum.

Neşeyle geliyor yanıma. ‘Nasıldı’ diye sormamı beklemeden “Çok iyi görünüyordu. Hepinize çok selam söyledi. Sana da sarılmamı istedi” diyor ve sarılıyoruz birbirimize. İyi geliyor. Çok iyi geliyor.

Dönüşte 9 No.lu cezaevinin yanında yeni bir inşaatın başlandığını fark ediyorum. Temeli kazılmış. Sonradan öğreniyoruz; 11 No.lu cezaevi olacakmış, kadınlar için! “Artık oraya da bizi atarsınız” diye dalga geçiyor Yonca...
Küçük kız otobüste de ağlamaya devam ediyor. İnerken uzaktan vedalaşıyoruz.

Çıkışta adliyenin yanına açılan temeli görüyoruz. Belli ki karşılıklı inşaa edilmiş adliyelerin yanına, bir tane daha yapacaklar. Adliyeler yetmiyor, tutuklayıp senelerce yatırdıklarına.

Ayrılıyoruz Silivri’den. Dönüş yolunda yüreğim cezaevinde, aklım konuşulanlarda... Dilimde ise, şarkının son kısmı... Avaz avaz bağırarak söylemek istiyorum.

(...)
Ne olacak
bütün bunlar...
Bütün bunlar
Ne olacak?!!!

Gazetelerde bu sabah bir fotoğraf var
Cezaevinde bayram görüşmesi...

Not: Cezaevinde haksız, hukuksuz yatanlara, adalet ve özgürlük diliyorum.
Bulutsuzluk Özlemi’nin şarkısını dinlemek isteyenler için bağlantıyı buraya koyuyorum.
https://youtu.be/zKuGMQVN7gc

5 Aralık Salı Barış Bildirisi’ni imzalayan akademisyenlerin davaları başlıyor. Umarım beraat kararları art arda gelir, tüm haklarıyla işlerine iade edilirler ve bu büyük haksızlık da son bulur.