İran’ın yeni Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi. Seçim süreci Reisi’nin kazanmasını garantileyecek şekilde tasarlandı ve istenilen sonuç da elde edildi. Hukuk konusunda herhangi bir geçmişi olmadan 18 yaşında adalet mekanizmasının karar verici ve uygulayıcılarından olan Reisi, “devrimci gençlerden” biriydi

Neden İbrahim Reisi?

Arif KESKİN

*Siyaset Bilimci

18 Haziran’da İran'da gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilk turda oyların yüzde 62'sini alarak muhafazakâr aday İbrahim Reisi kazandı. Seçimde 59 milyon seçmenden 28,9 kişi oy kullandı ve katılım oranı yüzde 48/8 olarak bildirildi. İran tarihinin en düşük katılımlı seçimi olarak tarihe geçen bu seçimler, baştan sona bir siyasal mühendislik çerçevesinde gerçekleşti. 13. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olarak katılacaklarını bildirilen Mahmut Ahmedinejad, Ali Laricani, İshak Cihangiri ve Mesut Pezeşkiyan gibi politikacıların adaylığı ise Anayasa Koruyucular Konseyi (AKK) tarafından onaylanmadı. Böylece seçim süreci İbrahim Reisi’nin kazanmasını garantileyecek şekilde tasarlandı ve istenilen sonuç da elde edildi.

18 Haziran seçimlerdeki açık siyasal mühendisliği, basit bir iktidar mücadelesi veya konjonktürel sığ seçim oyunlarının ötesinde İran İslam Cumhuriyetinin varoluşsal kimliği ile ilintili olarak analiz edilmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında İbrahim Reisi cumhurbaşkanlığı, rejim için geçiş ve dönüşüm dönemi olarak adlandırılabilir. Bu geçiş ve dönüşüm sürecini sadece Hamaney sonrası liderlik parantezinde anlamsızlaştırmak doğru değildir. Kim, nasıl ve neden bir dönüşüm hedefliyor? Hedeflenen dönüşümün doğası ne? Resi’nin diğer cumhurbaşkanlarından ayrıştıran ne? Nasıl bir siyasal gelenekten geliyor? Misyonu, hedefi, ilkeleri nedir? Siyasi ayrışımlarda nerede duruyor ve seçilmesi ne anlam ifade ediyor? bu ve benzer sorulardan hareketle İbrahim Reisi’nin seçilmesi üzerinden İran’da gelecekteki muhtemel dönüş ve değişim süreci analiz edilecektir

RADİKAL BİR DİN ADAMININ PROFİLİ

1979 İran devriminin ilk Başbakanı Mehdi Bazergan, İran devriminin amaçlarından sapmasının bir nedenini “gençlerin galebesi” olarak adlandırdı. Devrimden sonraki süreçte genç kuşak, devrim radikalizmi, devrimci ruhu ve devrim ateşinin sönmesine izin vermedi. Devrimin, kazanılan zaferin ardından kuruculuk aşmasına geçmesi beklenirken, topyekûn yıkıcı bir makinaya dönüştü. Genç ve gençlik radikalizmi, bu yıkım makinasının motoru, taşıyıcısı ve uygulayıcısı oldu. Gençliğin tecrübesizliği, bilgisizliği ve idealizmi aşırı ideolojik öznellikle bütünleşerek saldırganlığı meşrulaştırdı; kuralsızlığı estetize etti; öldürmeyi kutsallığın buyruğu olarak gördü. Şiddet, terör, baskı, idam, tahkir, iftira, kumpas ve benzeri kötülükler “devrimci özellikleri” olarak sanıldı ve devrimin içini boşaltarak amaçlarından uzaklaştırdı.

İbrahim Reisi, Mehdi Bazergan’ın bahsettiği “devrimci gençlerden” biriydi. Yargı ve hukuk konularında herhangi bir geçmişi olmadan 18 yaşında devrimin puslu alacakaranlık döneminde adalet mekanizmasının karar verici ve uygulayıcılarından biri oldu. Reisi göreve getirildiğinde hiçbir özelliği olmayan bir Talebeden (din medresesi öğrencilerine verilen özel addır) başka bir şey değildi. İlk okul mezunuydu ve hukuk alanında hiçbir eğitimi yoktu; dini eğitimi bile yetersizdi ve yargıda da çalışmamıştı. Bu eğitimsizlik ve deneyimsizlik sadece Reisi ile de sınırlı değildi. Abdulkerim Musevi Erdebili ve Muhammed Hüseyni Behşti gibi Devrim sonrası yargı erkinin üst düzey yetkililerin de durumu aynıydı. Yargı ve hukuk konusunda bilgisiz ve deneyimsiz olan bu isimler, Şah Pehlevi dönemindeki yargı harabesi üzerine yeni bir yapı inşa etmeye kalkıştılar.

Reisi de diğer devrimci gençler gibi görev aldıkları alanda hiçbir zaman uzmanlaşmak istemedi. Çünkü yeni kurulmakta olan sistem, görevleri uzmanlıklarına göre değil, “devrime taahhüt/bağlılık” derecesine göre dağıtıyordu ve Reisi gibi gençlerden de sadece bu isteniyordu. Devrim lideri Humeyni’nin “taahhüdü/bağlılığı olmayan uzman düşmandan da tehlikelidir” sözü bu tasfiye döneminin düsturu haline gelmişti. Onların tek yapmaları gereken şey düşmanları, devrim karşıtlarını yok etmek ve devrimi korumaktı. Devrimi korumanın en etkin ve güvenilir aracının da şiddet olduğu düşünülüyordu. Şiddet ise uzmanlık gerektirmiyordu. Devrimciler açısında şiddet kötü değildi; tersine yeryüzündeki kötülükleri temizleyen kutsal bir kurtuluşun yüksek aracıydı. Şiddet “yeryüzünü fesada boğanları” ve “tanrıyla savaşanları" temizlemenin tek yoluydu. Şiddet ayrıca “varoluşsal kusuru olan insanları terbiye etmenin” meşru bir metoduydu. Dolayısıyla şiddet kutsallaştırılarak toplumun bütün katlamalarına egemen kılındı. Yargı erki ise bu mekanizmanın karar vericisi, uygulayıcısı ve meşrulaştırıcı aparatlarından birine dönüştü.

1979’dan sonra İran yargı sistemine sadece bilgisizlik, deneyimsizlik ve şiddeti kutsayan paradigma hâkim değildi. Aynı zamanda İran siyasal yelpazesindeki grupların içindeki en radikal kişilerin toplandığı bir kurumdu. Günümüzdeki reformcuların ilk çekirdeğini oluşturan Sadık Halhali ve Haddi Gaffari gibi devrimcilerle beraber karşı cenahtan Muhammed Muhammedi Gilani, Ali Kuddusi, Esedullah Laciverdi gibiler radikaller yargıya sulta kurmuşlardı. Bu aşırılık o kadar ileri gitti ki, mahkeme süreci olmadan birçok insan öldürüldü. Şah Pehlevi döneminin başbakanlardan olan Emir Hüseyin Hüveyda gibi politikacıları kim ve nasıl öldürdüğü hala bir muamma. İşte genç Reisi de yargının bu radikal ortamında yetişti.

İbrahim Reisi yargıya İran siyasal sistemindeki sağcı radikallerin desteğiyle girdi. Reisi’nin ilk en büyük destekçisi 1981’de öldürülen İran Devrim Savcısı Ali Kuddusi idi. Kuddusi’nin rejim muhaliflerine yönelik zulmü, dönemin en çok bilinen gerçeklerindendi. Kuddusi’nin rejim muhalifleri tarafından öldürülmesi, Reisi’nin yükselişine neden oldu. Reisi, Esedullah Laciverdi’nin yönettiği Rejim Muhalifleriyle Mücadele birimine alındı. Laciverdi, köktenci bir dindarlık ve radikal din devleti anlayışına sahipti. Nitekim Pehlevi döneminde hapishanede solcu siyasi gruplarla selamlaşmayı, onların içtiği bardaktan su içmeyi ve hatta onların kullandığı lavabo ve musluğu ‘‘necis’’ adlandırarak dinen haram ilan etmişti. Laciverdi, bu köktenci dindarlık öfkesini yargı erkine de taşıdı. İran’daki sol ve Halkın Mücahitleri gibi örgütlerin kıyımında başat rol oynadı. Reisi, Laciverdi’nin yardımcısı ve yakınıydı. Nitekim 1985’te Laciverdi’nin yerine getirildi. Ancak Reisi’yi destekleyen de sadece Laciverdi değildi. O, Hüseyinali Neyyeri ve Mürteza Eşragi gibi radikaller tarafından da destekleniyordu. Bunlar aracılığıyla ve Humeyni’nin isteğiyle 1988’den sonra toplu idamları yöneten ölüm komitesi denen grupta yer aldı.

İbrahim Resi’nin yükselişinde en önemli etken 1989’da Hamaney’in devrim liderliğine atanmasıydı. Hameney lider olduktan sonra yargıyı yeniden yapılandırmaya çalıştı. Anayasa değişikliğiyle yargı teşkilatı yapısal olarak dönüştürüldü. 1979’da yazılan ilk Anayasa metninde yargının en üst organı Yargı Yüksek Konseyi olarak belirtilmişti, ancak hususun ele alındığı madde 1989 Anayasasında değiştirildi ve söz konusu konseyin bütün yetkileri Yargı Erki Başkanı'na devredildi. Hamaney bu derişiklikle yargı içindeki başına buyrukluluğu ve siyasi ihtilafları yok etmeye kalkıştı. Bununla birlikte yapılandırma sürecinde yargının en önemli temsilcileri tasfiye edildi. Yargı Erki kendi iç bütünlüğünü sağlayabildi ve Hamaney açısından yargı daha kolay kontrol edilebilir hale geldi. Hamaney’in yargı teşkilatını yapılandırma ve tasfiye iradesi, Reisi’ye yükseliş imkânı doğurdu. Hamaney, Reisi gibileri güçlendirerek yargıyı tam anlamıyla kontrol altına aldı.

Reisi yargı erkinde çalışmaya başladığından beri gösterdiği performans Hamaney’in ilgisini çekmiştir. Bu süreçte İbrahim Resi’nin Hameney açısından bazı olumlu özellikleri vardı. İlk olarak Reisi’nin dini eğitim derecesi düşüktü ve kendisine rakip olamazdı. Bununla birlikte İran iç siyasi ihtilaflarına girmeden, konuşama ve açıklama yapmaktan kaçınarak gündelik siyasal polemiklerden dışarıda durmayı ve aynı zamanda etkili olmayı başarmıştı. Kavgacı, uyumsuz, sorunlu ve gereksiz gerginlikler çıkaracak bir insan görüntüsü vermiyordu. Aynı zamanda bu süreçte Reisi, Hamaney’in çizdiği rotanın dışına çıkmayan, ona mutlak bir bağlılık göstermiş bir yargı bürokratıydı. Reisi bugüne kadar Hamaney’e bağlılığını açıklamalarıyla değil, mutlak itaatle, yani eylemleriyle gösteriyordu. O, Seyit ve din adamı olarak din, dindarlık, İslam devleti ve birçok konuda Hamaney’e benzer görüşlere sahipti. Ancak şunu belirtmek gerekir ki Hamaney, Meşhet gibi önemli bir kentin cuma imamlığını Reisi’nin kayınpederi Alemulhuda’ya vermesi, güvenin kaynağının sadece Reisi’nin kişiliği ve düşünceleriyle de sınırlı olmadığını gösteriyordu.

İbrahim Reisi hem devletin hem de Hamaney’in kara kutularından biridir. İran’daki rejimin doğası gereği yargı teşkilatı, yüksek siyaset, güvenlik ve istihbaratın kesiştiği stratejik kavşaklardan biridir. Devrim karşıtı ve rejimin muhalifleriyle yargı aracıyla mücadele ediliyor. Yargı Erki, İran’da devlet kurumları içerisinde en ideolojik kurum olarak biliniyor. Yargının bu çerçevedeki görevi rejimin ideolojik sapmasını önlemek. Yargı erki kendisini adaleti sağlayan bir kurum olarak değil, devrim ilkelerinin uygulayıcı aparatı olarak görüyor. Yargı Erki'nde radikalizm o kadar güçlüdür ki, özellikle siyasi suçlarda Devrim Muhafızları'nın, istihbarat ve güvenlik kurumlarının dedikleri yapılır. Reisi, ideoloji ve radikalizmle özdeşleşen yargının en eski çalışanı olması nedeniyle devletin en güvendiği insanlarından biri konumuna yükselmiştir.

REİSİ’NİN DÖNÜŞÜMÜ VE MUHAFAZAKÂRLARIN AYRIŞIMLARI

1979’dan günümüze kadar İbrahim Reisi’nin siyasi düşüncesine bakıldığında köklü dönüşüm geçirdiği ve 1980’lerde mensup olduğu düşünce geleneğinden koptuğu görülüyor. Reisi’nin değişimi bir taraftan İran İslam Cumhuriyeti’nin ve diğer taraftan muhafazakâr siyasi hareketin dönüşümüyle paralel ve onunla bağlantılı olarak analiz edilmesi gerekir. Reisi’nin dönüşümü geleneksel muhafazakarlıktan radikal muhafazakârlığa doğru gerçekleşmiştir. Onun dönüşümünü anlamak için İran’daki muhafazakâr hareketi analiz etmek gerekir.

Muhafazakarların iç ayrışımlarını geleneksel, ılımlı ve devrimci (radikal) olmak üzere üç gruba ayırmak mümkündür. İran’da Muhafazakarların ana kaynağı olan Geleneksel Muhafazakârlık büyük din adamları ve tüccarların tarihi ittifakı sonucu oluşmuş, İran’ın geleneksel orta sınıf tabanı üzerinde gelişmiştir. Bu grup, özel mülkiyeti ve piyasa ekonomisini savunan ticari burjuvazinin temsilcisi sayılmaktadır. Kültürel-siyasal alanda ise Velayet-e Fakih merkezli bir dini yoruma sahip olan bu akım iç ve dış politikada radikal davranışlardan göreli olarak uzak durma eğilimindedir. Ilımlı muhafazakâr akım, geleneksel muhafazakâr akım içinden doğarak kendine özgü bir yol çizmiştir. Rafsancani ve Ruhani ile özdeşleşen bu akım ekonomik alanda neo-liberalizmi, sanayi burjuvaziyi, uluslararası sistem ile ekonomik entegrasyon arayışı içinde olduğu için dış politikada ideolojiden arınarak pragmatist olmayı savunmaktadır.

Reisi’nin bugün siyasal söylemini anlamak için radikal muhafazakârları iyi analiz etmek gerekir. Radikal muhafazakârlar, geleneksel akımın temelleri üzerinde ortaya çıkmışlardır. Geleneksel akım, muhafazakâr bloğun en etkin ve nüfuzlu akımı olsa da yaşlı din adamlarının kontrolünde ve işler ağabey-kardeş, aksakallılık ve şeyhlik ilişkisi çerçevesinde yürümektedir. Bu ilişki tarzı, genç muhafazakâr kuşak tarafından kabul edilmiyor.

Radikal muhafazakâr akımın doğuşu Rafsancani (1989-97) döneminde başlasa da siyasi bir harekete dönüşmesi 1997’den sonraki süreçte olmuştur. 1997 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından 1998 yerel yönetim, 2000 Meclis ve 2001 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhafazakârların yenilgisi bu hareketin yükselişine zemin sağladı. Muhafazakârların dört seçimi artarda kaybetmesinin rastlantı veya kısa dönemlik bir siyasal olgu olmadığı görüldü. Radikal muhafazakâr kuşak bütün bu yenilgileri, ılımlı ve geleneksel muhafazakârlar söylemlerinin iflası olarak yorumladı. Bu sebeple muhafazakâr genç kuşak bu akım ile yollarını ayırma sürecine girdi.

Özel mülkiyeti savunan ve piyasayı kutsallaştıran geleneksel muhafazakarlara karşın radikaller eşitlik, sosyal adalet, yolsuzlukla mücadele ve petrol gelirlerinin halk içinde eşit dağıtımı söylemlerini dile getiriyorlar. Ayrıca İran bürokrasisinin yozlaştığını, bürokratların “İslami yaşama ters olan aristokrat hayat tarzını” benimseyerek bürokrasiyi yolsuzluk aracına çevirdiklerini düşünüyorlar. Bu açıdan bakıldığında, radikal muhafazakârlar, yürütme erkini ve bürokrasiyi “devrimci”, siyasal ve ekonomik düşünce temelinde yeniden yapılandırmak istiyorlar. 1979’dan sonra İran bürokrasi aygıtında yetişen ve siyaset, ekonomi ve diplomasi alanında var olan elitleri kabul etmemekte, onların yerine “devrimci gençlerin” gelmesi gerektiğini savunuyorlar. Dolayısıyla Radikal muhafazaların anti elitist ve popülist oldukları söylenebilir.

Radikal muhafazakârlık, Hamaney’in “İslami reform” ve “Amerikancı reform” ayrımı üzerinde inşa edilmiştir. Hameney, İran siyasal sistemindeki ayrışımları İran siyasal sisteminde “değerleri savunanlar ve “yenilikçiler” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Hamaney’e göre “değerleri” dikkate almayan “yenilikçiler” laik bir çizgi içinde ve “yeniliği” dikkate almayan ve “değeri savunanlar” yobaz sayılırlar. Bu doğrultuda Hamaney bütün siyasi çalışmalarda “devrim karşıtlarına” hiç fırsat verilmemesini, “devrimci” ve “karşı devrim” sınırlarının yeniden çizilmesini, karşı devrime yönelik grupların tutumlarının açıkça belirtilmesini ve özellikle rejime mensup bütün siyasi gruplardan “devrim karşıtlarından uzaklaşmalarını” istemiştir. Nitekim İran’da radikal muhafazakârlar ilk defa kendilerini “İlkeci” veya “Usulgera” olarak aldandırlar. Usulgera terimi bugün bütün muhafazakâr akım için kullanılsa da doğuş itibariyle özel olarak radikalleri tanımlamak için kullanılmaktadır.

Reisi, radikal muhafazakâr örgütleriyle organik ilişkisi olmasa da onların siyasi söylemlerini dile getirdiği açıktır. Reisi’nin dönüşümü İran devletinin muhafazakârlarla ilişkisinin değiştiğini gösteriyor. Ali Laricani gibi geleneksel muhafazakârlara mensup kişilerin seçimde aday olma imkânı bulamaması, İbrahim Reisi’nin dönüşümünün nedenini de açıklıyor.

ÇİFTE YÖNETİMİNİ AŞMAK

İran İslam Cumhuriyetinin kuruluşu varoluşsal çelişki, çatışma ve krizle özdeştir. 1979’da kurulan yönetimin kurucuları, “İslam devleti”, “İslam toplumu” ve “Tevhidi toplum” gibi söylemleri çerçevesinde monolotik/tekçi bir toplum arayışında olsalar da pratikte bu hedeflerine ulaşmaları mümkün olmadı. Çünkü Humeyni yandaşları İslamcılık ideolojisinin farklı eğilimlerinden geliyorlardı ve onları tek bir görüş, hedef ve ideal etrafında toplamak imkansızdı. İçlerinde ‘‘sosyalist sınıfsız Tevhit toplumu’’ arayışında olanı da vardı, günümüz neo-liberalizmini kıskandıran aşırı piyasa savunucuları da. ‘‘Dünya mustazaflarının devrimi’’ hayalı kuranlar da vardı ‘‘tek ülkede devrim’’ diyenler de. “Amerika büyük şeytandır” diyenler de vardı “ABD düşmanlığı İran’a ihanettir” diyenler de.

Monarşiye karşı kurulan İslamcı rejimin tekçi ve monist toplum arayışları, İslamcıların bölünmüşlüğü, farklılığı ve ayrışımları arasındaki çelişki, İran İslam cumhuriyetinin doğuşuyla özdeş olan krizin özünü oluşturuyor. Aynı zamanda bu kriz, 1979’da kurulan rejim açısından, onu kendi içinden dönüştürebilecek potansiyeli olan varoluşsal tehlikeyi de simgeliyordu. Bu nedenle yeni kurulan yönetim, bütün siyasi gruplardan farklılıkları bırakarak kendisinde erimelerini istiyordu. Bu düstur “devrim ve dini bir ülkü” gibi sunulsa da siyasi grupların kendilerini lağvetmesi kolay değildi. Dolayısıyla ihtilaf, çatışma ve tasfiye kaçınılmazdı.

İran 1979’dan sonra ‘‘İslami birlik’’ sloganıyla Velayet-e Fakih etrafında bütünleştirerek bütün ihtilaflar ve farklıkların yok edilmesi birinci stratejik hedef olarak seçse de buna karşı çeşitli direnişler de sergilendi. “Birlik için farklılıkların yok edilmesi gerekmiyor” mottosuna sahip grupların direnişi çeşitli şiddet yöntemleriyle bastırıldı. İran İslam cumhuriyeti bu kurucu ihtilafı ve şiddet problemini hiç aşamadı ve kalbine yerleştiği “öldürücü yabancı hücreyi” yok etmekte başarı da elde edemedi. Tam tersine kendisi zamanla ihtilaf, çatışma ve tasfiye döngüsünün esiri haline geldi. İran seçimleri ihtilaf, çatışma ve tasfiye döngüsünün en açık işlediği siyasal süreçlerin biridir.

İhtilaf, çatışma ve tasfiye döngüsü Humeyni döneminde başlasa da 1989 Hamaney’in lider olarak seçilmesiyle kurumsal nitelik kazandı. 1989’da Hamaney’in liderliğe getirilmesi ve Rafsancani’nin cumhurbaşkanı olmasıyla bu ihtilafların aşılabileceği düşünülmüştür. Ancak ihtilafların ve siyasal çatışmanın daha derinleştiğini, politik süreçlerden devletin bürokratik-kurumsal yapılarına kadar yerleştiğini görmekteyiz. Bir bütün ve tek varlık olarak bilinen devlet aygıtı, siyasal ihtilaflarının alanına çevrildi ve belli oranda bolündü. Bu bölünme “çifte yönetim” adlandırabileceğimiz yeni bir model doğdurdu.

1997’de Hamaney, Rafsancani tecrübesini yeniden yaşmak istemiyordu ve liderlik-cumhurbaşkanlığı arasındaki gediği ortadan kaldırmak istiyordu. Bu nedenle 1997’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ali Akbar Natık Nuri’yi destekledi. Ancak beklentilerin aksine Natık Nuri değil, Muhammed Hatemi seçimleri kazandı. Hatemi’nin seçilmesi İran’daki çifte yönetim krizini daha da derinleştirdi. Devlet kurumları arasında birbirlerini engelleme, ifşa etme, ön kesme ve başarısızlığa uğratma gibi siyasal davranış kalıpları egemen oldu. Cumhurbaşkanlığı kurumsal olarak lider ve onun denetimindeki kurumlara karşı direniş alanına dönüştü.

2005’te Hamaney ve ona bağlı bütün kurumlar, Mahmut Ahmedinejad’ı destekledi. Ahmedinejad’ın görevi Rafsancani ve Hatemi gibileri etkisizleştirip sistemin dışında atarak devleti birlik arzusuna kavuşturmaktı. Ancak Ahmedinejad’ın kişiliği, düşünceleri ve kendine yönelik bakışı açısı Hamaney’in ona çizdiği sınırlıları aşmasına neden oldu. Çifte yönetim krizini yok etmekle görevlendirilen Ahmedinejad, tam tersine devlet içi krizi daha derinleştirdi ve genişletti. Ahmedinejad, Hamaney açısından büyük bir hayal karıklığı oldu. Ahmedinejad’in devlet içindeki bu krizi büyütmesi, Rafsancani gibilere Hasan Ruhani’yi cumhurbaşkanı yapma olanağını da sundu. Hamaney’in hayali yine de ertelenmiş oldu.

İbrahim Reisi, Ahmedinejad’tan sonra Hamaney ve İran devleti açısından devlet içi birlik için ikinci bir hamledir. Başka bir ifadeyle Reisi üzerinden 1979’dan günümüze kurumsallaşan çifte yönetim ve kurumlar arsı çatışmalara son vermek istiyorlar. İbrahim Reisi’nin ortaya çıkışı bu açıdan anlamlıdır. Hamaney, Reisi ile devletteki söz konusu “çifte yönetim” modeline son vererek siyasal ve ideolojik ihtilafları da bir bütünlük içinde eritme niyetindedir. Reisi’nin seçilmesiyle siyasal ve ideolojik anlamda bazı kararların kolay geçirilmesi hedefleniyor. Hamaney ayrıca kendinden sonraki döneme daha güvenilir ve kontrolü bir şekilde geçilmesini istiyor. Reformcu, muhafazakâr, ılımlı gibi ayrışımlar, devletin etkinliğini düşürmekle birlikte yeni liderlik seçimleri sürecinde rejimi yaşamsal tehlikeyle karşı karşıya bırakabilecek siyasal ihtilaflar doğurabilir. Çifte yönetim modeline ve rejim içi ihtilaflara son verilmesi, rejimin geleceği açısından hayatı derecede önemlidir. Bu seçimlerdeki açık siyasal mühendisliği, basit bir iktidar mücadelesinin ötesinde rejimin varoluşsal krizinin çözüm arayışı doğrultusunda yorumlamak gerekir.


Hamaney’in Ahmedinejad tecrübesinde olduğu gibi devleti bütünleştirme çabası hep ters sonuç vermiştir. Yumuşak geçiş yöntemi bulamadıkları için sürekli siyasal tasfiyeye başvuruyorlar. Bu seçimlerde de görüldüğü gibi uyguladığı yöntemler ihtilafları azaltma yerine genişletiyor, derinleştiriyor. 1997’de Rafsancani, Ali Laricani ve Ali Akber Natık Nuri reformculara karşıydı. Ancak zamanla bu ihtilafları ortadan kalktı ve reformculara yaklaştılar. Bu da Hamaney yönteminin istenilen sonucu vermediğini gösteriyor. İbrahim Reisi’nin cumhurbaşkanlığı çok boyutlu ihtilaf ve çelişkinin içinde doğdu. Resi’nin cumhurbaşkanlığı serüveni ona yüklenen misyonları gerçekleştirmede ne kadar zorlanacağının habercisidir.