Nehir ölürse hayat susar...

HÜLYA AYTAŞ

Dağın eteğindeki evin penceresinden güneşin henüz uyanmadığı saatlerde ovaya akan ışık selini seyretmeyi severdim. Tek katlı evlerin sıralandığı sokakta, motor homurtularına karışan insan sesleri traktör kasalarına doluşup uzaklaştığında bile, o ışık öbeklerinde çınlamaya devam ederdi, bilirdim. Sadece hastaların ve yaşlıların kaldığı evler akşam alacasına kadar sessizliğe gömülürdü.

O vakitten sonra sesleri, kocaman ovanın ortasında geniş kavisler çizerek kımıl kımıl akan Menderes devralırdı. Doğduğu yerlerde höpürdeyip çağlayarak akan nehir ovaya geldiğinde sakinleşir, konuşmayı bırakır, çiftçilerin, yevmiyecilerin uzaktan uzağa ünlemelerini dinlerdi.

Pamuk işçiliği zordu. Çapası, sulaması, toplaması, zahmetli işti. Miraslarla giderek küçülen topraklar evde eli iş tutan herkesin emeği, yetmediği durumda komşuların sırayla birbirlerinin tarlasında çalışması ya da üç beş yevmiyecinin işçiliğiyle işlenirdi. Akşamları adamlar kahvede Tariş’in destekleme alımlarının yetersizliğinden şikâyetçi olur, pamuk balyalarını birliğin önüne götürüp yakmaktan dem vurur, bir daha ki seneye başka mahsul ekeceklerine yemin billah ederlerdi. Kadınlar, yeminlerin bir hükmünün olmadığını bilirdi; günlük işlerini, ertesi günün yemeklerini, yevmiyecilerin tembihlenmesi işini her zamanki kıvraklıklarıyla hallederlerdi. Onlar başlarının üzerine yerleştirdikleri tencereleri düşürmeden, kollarına taktıkları çapalarla tarlaya yürüyerek giden anneannelerinin kızlarıydı. Miras aldıkları dik, düzgün yürüyüşleri, kıvrak bedenleriyle bütün işlerini bitirip, akşam serinliğinde kapının önünde kanaviçe işleyip iki lafın belini kırmaya zaman bile bulurlardı.

Sabahın köründen gece yarısına kadar süren bu koşturmaca her gün tekrarlanır, kasaba pazarının kurulduğu cumartesi günleri herkes için nefes alma anları olurdu. Yevmiyeler dağıtılır, bir haftalık ihtiyaçlar pazara gelen satıcılardan alınırdı. Adamlar, kasabanın çarşıdaki tek meyhanesinde içerler, içlerinden ayarı kaçıran olursa avlulardan “Kör olasıca, yevmiyeyi meyhanede mi yedin?” sesleri yükselir, kadınların azarları bitmeden de sızmış olurlardı. Çalıştıkları kadar zevk çıkarmayı severdi kasabanın erkekleri. Öyle zengin olayım daha çok malım mülküm olsun hırsları yoktu, dedelerden kalan verimli tarlaları işlemek yeterdi. Menderes gibi yavaş, sıcak iklim adamlarıydı onlar, gerektiği kadar çalışıp, çokça içmeyi, düğün alaylarının önünde ağırdan harmandalı oynamayı severlerdi.

Tartıların olmadığı zamanlardı. Göz ayarı, el ayarı ile ayni değişimler yapılırdı, komşular arasında. Bir tencere sütün karşılığının yarım kova incir, bir yağlık* portakalın yarım sepet zeytin, bir kucak darının koca bir çanak üzümle takas edildiği günlerdi. Leylaklı evde yaşayan emekli Faruk Amca'nın Menderese attığı ağlar sazan ve yayın balıklarıyla dolardı. Av dönüşü evinin duvarına serdiği ağlardan kendilerine yetecek kadarını ayırıp evlerimizden getirttiği kaplara kalan balıkları doldurup gönderirdi. O akşam sokak buram buram balık kokardı. İki katlı evde “yanıyor mu yeşil köşkün lambası yaaar” türküsü duyulurdu, Faruk Amca'nın keyifli sesinden. Naciye teyze yakınırdı; çay bardağıyla bir tek de rakı içermiş, “Bünyesi kaldırmıyor işte, ille de içecek “.

Yine o günlerde bir şeyler değişmeye başladı. Televizyonlarda tombul bir adam yeni ekonomik kararlar alındığını, ülkenin zenginleşeceğini söyledi. Kararların zenginleşme değil de yoksullaşma getirdiği çabuk anlaşılınca, sonraki aylarda darbe bildirileri okundu televizyonlardan. Faruk amcanın çocukları birer birer eksildi. Evden türküler, sokaktan neşe, Menderes'ten balıklar, tarlalardan pamuklar gitti.

Hasret geldi, acı geldi tartı, çekler senetler, sentetik girdi hayatımıza. Menderesin yakınlarında fabrikalar yapıldı, yeni girişimciler türedi, işletmeler büyüdü, zehirlerini akıttılar sulara, sokağın iki tarafında katlar yükseldi. Faruk amcanın kalbi dayanamadı… Çocukları dönmedi gittikleri yerlerden… Yeşil köşkün lambası söndü… Nehir öldü…

*(Halk dilinde) Başörtüsü ya da başa da bağlanabilen büyük mendil, çevre.