Dünya Ekonomisi servet ve gelir eşitsizliğine çözüm üretsin, Ekolojik sorunları tekrar Paris anlaşması metnini geliştirerek aşma iradesini göstersin, tekelleşmeleri düzenleyecek kuralları tartışmaktan çok, uygulayabilsin, kamu müdahalesini neoliberalizmin kâr ve maliyet anlayışıyla verimliliği toplumsal hak ve barış anlayışının üstünde görmesini önlemekte kullansın.

Neolibarel dünya ekonomisinin COVID-19 testi

Prof. Dr. Mehmet Şişman
(İktisatçı, goztepecim@gmail.com)

Ekonomi teorisinde karşılıklı talep (reciprocal demand) yasasının mucidi J. Stuart Mill çağdaşı Karl Marx ile aynı kentte, Londra’da yakın zamanlarda yaşadılar. Aradaki 12 yaş farkı bir yana J.S. Mill’in dünyasından oldukça farklı bir anlayışa sahip olan K. Marx, muhtemelen Mill’le hiç karşılaşmadı ancak onu eserlerinden tanırdı*. Özgürlük düşüncesi konusunda bu iki düşünürü karşılaştıran bir alay yayın mevcut olmasına rağmen ekonomiye bakışı karşılaştıran bir yayına rastlamanız zor olabilir. Zira bireyin tiran veya çoğunluğun baskısı karşısındaki konumunu; Mill kendi faydası gereği (faydacı felsefe) bireyin özel mülkiyet aracılığıyla özgür kılınması gerektiği fikrinden hareketle ele alırken Marx sınıfların kendi kaderini değiştirebileceğine ve özel mülkiyetin yok edilmesi gerektiğine inanarak çözümlüyordu.

Günümüzdeki yansıması açısından baktığımızda: J.S. Mill’in The Principles of Political Economy (1848) kitabında vurguladığı karşılıklı talep yasası gereği özel mülkiyetin özgür kılınması sonucu üretilen malların iki ülke iki mallı modelde analiz edildiğini görüyoruz. Dış ticaretin sürmesi için pamuk ve kumaş talebini devam ettirmesi gereken İngiltere ve Almanya aslında ticaret yoluyla kendi vatandaşlarına da özgürlük alanı açacaktı. Hindistan o sıra İngiliz sömürge yönetimine girdiğinden, Hint örneği belki o sıra açıklayıcı olmayabilirdi, fakat aslında İngiltere ve Hindistan değer ilişkisi de bu tür bir ticaret anlayışıyla özgürleştirip çözülebilirdi. Burada Mill’in öncülü John Locke’un “ne kadar mülkiyet o kadar özgürlük” gibi bir anlayıştan hareket gözlenmekte. Aslında bu analiz başta D.Ricardo, Smith ve J.B. Say olmak üzere 19. yüzyılın Klasik ekonomi politik tartışmasındaki liberal kanadın arz ya da üretim bakışına, talep açısından bakmayı önerdiğinden, dönemine göre iktisatta yeni bir analiz getirmektedir. Oysa 19. yüzyıl Klasik Ekonomi Politiğin, sol ya da sosyalist kanadından K. Marx, dünyadaki arz ve talebin arkasındaki gerçek ilişkinin üretim tarzında aranması gerektiğini gündeme getirdi. Hintli işçilerin İngiliz işçilerle çıkarının aynı olduğunu savunarak sınıf üzerinden özgürlük anlayışını benimsemişti. Uluslararası değer transferinin önemli bir yansıtıcısı konumdaki dış ticaret günümüzde de farklı yapıdaki ulusları ve işçileri karşı karşıya getirebiliyor. Örneğin sıcak gelişme Covid-19. Koronavirüs ilk çıktığından bu yana yaklaşık 3 ay geçmesine rağmen adı bile 11 Şubat 2020 itibariyle netleşebildi: Covid-19. Sars inflüenzanın bir türevi olduğunu anladığımız şimdilik çaresi olmayan virüs zaten tetikte olan dünya finans piyasalarını yerle yeksan etti. 90 trilyon dolarlık dünya borsaları 12 Mart itibariyle 70 trilyona iniverdi. Çin’de otomobil satışları art arda 21. ayda daralarak şubat ayında yüzde 79 düşüverdi bir anda. Ham petrol fiyatları 30 dolara kadar gerilerken; 2019 ortalama fiyatının 2020’de ortalama fiyatın 43 dolara düşmesi bekleniyor (Bu petrol fiyatında bir önceki yıla göre yüzde 50 düşüş anlamına gelir). Dünyadaki talep ve arz düşüşü, ayrıca OPEC ile Rusya’nın günlük kısıtlamada anlaşamaması, petrol fiyatının düşmesinde etkili oldu. Dünya ticaret hacminde büyük bir düşüşe yol açması beklenen gelişmeler art arda geliyor. Covid-19 başta Çin, İtalya ve İran gibi ülkeler olmak üzere yaklaşık 120’ye yakın ülkede dünya talebini gıda ve hijyen (kolonya, maske vb.) mallarına doğru yönelterek normal mallar dediğimiz dayanıklı mallardan uzaklaştırıyor. Bu da sanayi için büyük bir üretim kaybı demek. Ayrıca uçak şirketlerinin 110 milyar dolara ulaşması beklenen zarar bilançosundan anlaşılacağı gibi, başta iş ve gezi amaçlı seyahatler (fuarlar) olmak üzere birçok ülke arasındaki gidiş, gelişler durma noktasında. Bu olgu da turizmin onarılmayacak derecede değer üretemeyeceği anlamına geliyor. Olsun varsın Dünya Ekonomisi bundan ders çıkarsın; servet ve gelir eşitsizliğine çözüm üretsin, Ekolojik sorunları tekrar Paris anlaşması metnini geliştirerek aşma iradesini göstersin, tekelleşmeleri düzenleyecek kuralları tartışmaktan çok, uygulayabilsin, kamu müdahalesini neoliberalizmin kâr ve maliyet anlayışıyla verimliliği toplumsal hak ve barış anlayışının üstünde görmesini önlemekte kullansın. Ayrıca finans kapitalin başta üretken kesim üzerindeki dağıtıcı rolünü sorgulatarak sömürü yoluyla servet gelir eşitsizliğini büyütmesi engellensin. Ne virüsün getirdiği arz talep ilişkilerinde düşük eşik ne de petrol fiyatlarındaki Suudi-Rus kapışması bugünkü krizin belirleyicisi olabilir. Bunlar ancak tetikleyici olabilir. Azmettirici kapitalizmin eşitsiz büyüme rejimini yöneten neoliberal ajandadır. Bilim dışını özendirmeyi bir tarafa bırakarak bilimsel yöntemi kamusal ve toplumsal yararı bireyin özgürlüğünün başlangıç noktası yaparak aşmak için neoliberalizmin “neo” önekini tekrar Mill ve Marx’ın fikirleriyle anlamaya çalışalım. Neoliberalizm Mill’in öngördüğünün tersine verimlilik ve karşılıklı talep anlayışı üzerinden değil, Marx’ın öngördüğü biçimde maliyetlere odaklı ve ücretlerin düşük olduğu yerlerde üretim olgusundan hareketle Çin’i ve Uzak Asya’yı üretim merkezi haline getirdi. Burada bilimsellikten giderek uzaklaşan ve çalışmanın kutsandığı, tüketimin ulvileştirildiği bir hızlı üretim sürecinden geçen Çin son 30 yılda yaklaşık 4 misli büyürken geldiği bu yeri hesaplayamamıştı doğrusu. ABD, Almanya, Japonya ve dünyanın geri kalanı ara mallarındaki ve sermaye mallarındaki bağımlılığı tek merkeze, “karşılıklı talep” anlayışı gereği odaklarken neoliberal teorisyenler bu modeli yerden göğe kadar haklı kılmışlardı oysa. Üstelik finans sorunu da bir çırpıda çözülüverdi. Anlaşma şöyleydi: Çin 2003 yılında konvertibiliteyi yani yuan ile doların birbirlerine serbestçe dönüştürülmesini kabul etti. Böylece Çin şirketlerinin dolar cinsinden borçlanmasının önü açılıyordu, ayrıca Çin devleti biriktirdiği rezervlerin bir kısmıyla ABD hazine tahvili alabiliyordu. Böylece Çin ve ABD arasındaki “karşılıklı talep” anlayışının altyapısı hazırlanmış oluyordu. ABD’li şirketlerin Çin’deki yatırımları daha sonra bazı Çinli şirketlerin ABD de yatırım yapmasının önü açılmaktaydı. Çin’de 41 trilyon dolarlık bir banka sermayesi yaratılarak Çin ulusal gelirinin 3 katı civarı toplam borçla yakalanıldı covid-19’a. Öte yandan bir başka yazının konusu olabilecek, toplam faktör verimliliğine göre yapılan hesaplar; Çin’deki katma değeri daha da tartışmalı bir merkantilist büyüme modeliyle açıklamaktadır. Finansallaşma yoluyla neoliberal küreselleşme ayak uydurmak için Amerikan tarzı büyüme hevesine çabuk kapılan Çin yönetimi, bir süre önce ABD’nin başlattığı ticaret (gümrük tarifesi yoluyla terbiye) görüşmelerinde de pasif bir yol izlemiş, bir miktar taviz vererek sorunu kapasiteleri atıl bırakmayarak çözmeye çalışmıştı. Burada acaba dünyanın geri kalanında “ipek yolu” projesini canlandırarak bir kuşak bir yol anlayışıyla, Batı Avrupa’ya uzun lojistik ağı çerçevesinde “karşılıklı talep” anlayışını geliştirmeye çalışmaktadır. Hızlı ve talep yaratmaya dönük bu Çin hamleleri, aslında J.S. Mill’in anlayışından çok da farklı değil. Bununla birlikte hızlı ve sendikal hak ve özgürlüklerden yoksun, uzun çalışmaya dayalı bu üretim tarzı; Finlandiya Başbakanı tarafından açıklanan günde 6 saat haftada 4 gün çalışma düzeniyle aynı dünyada var olamayacak artık. Nedeni de doğanın ve insani koşulların virüs ya da başka yollarla atıl kapasiteleri yaratma sürecinde gizlidir. 12 Mart’ta Avrupa Merkez Bankası düşen borsaların ve üretimin finansın en büyük silahı faiz oranıyla karşılanamayacağına karar vererek politika faizini eksiye indirmedi, 0 da bıraktı. ABD’de Fed’e giderek sıfıra yaklaşıyor. Dünya ekonomisinde 13,5 trilyon dolarlık eksi faizli tahvil piyasası ve emtia fiyatlarındaki çöküş; karşılıklı talebin çökmesi bir yana; sömürünün, servet ve gelir eşitsizliğinin yani emekçi kesimlerindeki yoksullaşmanın artmasının tespiti anlamına gelecektir. Virüse yakalanmışlara “sosyal dışlama” yapmak zorunda kalmak, ekonominin gideceği yeri düşünmek için bir “düşünce arası” da yaratacaktır bütün dünyada. Tıpkı Mill’in üyesi olduğu Britanya parlamentosunun, Britanya işçi sınıfını dışlayarak karar almasının mümkün olamayacağını anladığından 1638’de Chartalist baskıları kabul etmesi fakat uygulamada, İngiliz İmparatorluğu’nun çıkarlarını emekçi sınıfların hep üstünde tutması gibi. Neoliberal ABD’de Marx’ın öngördüğü aşırı üretime dayalı sömürü ilişkileri, mortgage da 16 trilyon, öğrenci kredilerinde 1,6 trilyon dolarlık bir borç yaratırken; 1,5 milyon evin boş kalmasını, 554 bin Amerikalı işçi sınıfı mensubunun evsizliğine merhem olamıyor.

neolibarel-dunya-ekonomisinin-covid-19-testi-701096-1.
Neoliberalizm Mill’in öngördüğünün tersine, Marx’ın öngördüğü biçimde Çin’i ve Uzak Asya’yı üretim merkezi haline getirdi. Burada bilimsellikten giderek uzaklaşan ve çalışmanın kutsandığı, tüketimin ulvileştirildiği bir hızlı üretim sürecinden geçen Çin, son 30 yılda yaklaşık 4 misli büyürken geldiği bu yeri hesaplayamamıştı doğrusu.


Evler boş, insanlar evsiz; hastaneler ve okullar pahalı! Mill’in dünyasındaki karşılıklı talebi D. Ricardo’nun verimlilik anlayışına uyduralım, Smith’in uzmanlaşmasını kullanalım ama bir yandan da muhafazakâr sosu hep önde tutalım diyen neoliberalizm; serbest pazarlık yöntemine göre ilerleyen çağdaş kazanımların da gerisinde kalmış, grev erteleme rekoru kırmıştır aynı zamanda. Demokrasi sadece gerektiği kadar ve gerektiği zaman kullanılabilecek bir kavram olarak görülebilmiş, adeta rafa kaldırılmıştır. K.Marx bunu özgürlüğün yok oluşu olarak tanımlardı bugün yaşasaydı, Mill ne derdi bilmiyorum doğrusu. J.S. Mill babası James Mill’e sorardı belki de… Marx, Mill gibi metaların değişim ilişkisini merkeze almadı, o sanayi üretimindeki ilişkiyi emekçi sınıfların üretimdeki koşulları insanın varoluşu açısından temel yaparak ve sömürü açısından sorgulayarak tersine çevirmeye çalıştı. Çünkü emekçi sınıflar “bütünüyle yok olmamak için, kendinden bir parçayı hep feda etmek zorundadır” (1844 El Yazmaları), Tıpkı bugün covid-19’a karşı verilen mücadelede olduğu gibi. K. Marx’ın kapitali ithaf ettiği C. Darwin, etkilendiği W. Petty, T. Hobbes, F. Bacon, Galileo Galilei gibi yazarlar tarihsel olarak bilimi ve aklı insan ilişkilerinin temeli olarak almışlardır. K. Marx’ın aşağıdaki sözü bize “virus -covid-19- bahanesi ya da kabusu olmasın krizin ya da insanın” dedirtiyor…

“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar; ama kendi seçtikleri koşullarda, canları istediği gibi değil, doğrudan doğruya karşılaştıkları, geçmişten aktarılmış belli koşullarda. Bütün ölü kuşakların geleneği, yaşayanların zihinleri üzerinde bir kabus gibi ağırlığını duyurur.”

K. Marx 1851, L. Bonaparte’ın On sekiz Brumaire.

Dip not: *Bu karşılaşma temsili olarak bir kitapta yapılmış. Ginsborg’un nefis bonkers kitabı, 1873 yılının Mart ayında Londra’da, çağın iki büyük siyasi aklı olan Karl Marx ve John Stuart Mill arasındaki bir toplantıyla başlar. Cömert bir akşam yemeğinin ardından Mill’in Victoria Street’teki Albert Mansions’daki evindeki limanı takip eden iki adam, rakip demokrasi vizyonlarını tartışıyor. Marx, işçilerin radikal adem-i merkeziyetçilik sürecinde (proleter devrim olarak da bilinir) doğrudan kontrolü ele geçirdiği 1871 Paris Komünü’ne dayanan “katılımcı” bir model olduğunu savunuyor. Mill ise seçilmiş seçkinlerin daha az bilgili, zayıf eğitimli ve umutsuzca önyargılı çoğunluk üzerinde yönettiği “temsili” modeli savunuyor. Parti gece yarısından hemen önce ayrıldı ve iki büyük adam farklılaşmaya karar verdiler, ancak Marx bazı ülkelerde, belki de İngiltere’de bile gerçek demokrasiye doğru ilerlemenin şiddet olmadan mümkün olabileceğini kabul etti.