“Neoliberal dönüşüm, kapitalizmi giderek kronikleşen bir bunalıma sürükledi; sistem, dinamizmini ve yenilenme yeteneğini yitirdi. Halk sınıfları sürüklendikleri bunalıma, çaresizliklere karşı dalga dalga tepkiler gösteriyor; bazen ayaklanıyor ve neoliberalizmin yarattığı yıkımın onarılması taleplerinde birleşiyorlar. Egemen çevreler, onarım seçeneğini reddediyor; halk sınıflarının tepkisini Batı’da neofaşist akımlara yönlendiriyor; gerektiğinde bu akımlarla işbirliğini yeğliyor.”

“Neoliberalizmin ve neofaşizmin büyük yıkımı”

BirGün PAZAR

Koronavirüs pandemisinden en çok etkilenen ülke Amerika Birleşik Devletleri (ABD) oldu. Ülke, Donald Trump’ın virüse karşı bakışının etkisinin yanı sıra sağlık sisteminin büyük oranda özel olması nedeniyle virüsün merkezi haline geldi. Öyle ki ülkede 2 milyona yakın insan enfekte olurken 110 binden fazla ABD’li de virüs nedeniyle yaşamını yitirdi. Yaşamını yitirenlerin önemli bir kısmı ise yoksullar ve siyahlardan oluştu. Sağlığa erişim konusunda en çok sıkıntıyı bu kesimler yaşadı. Afro-Amerikan George Floyd’un ırkçı bir polis tarafından öldürülmesiyle başlayan protestolara da en çok bu kesimler dahil odu. Irkçılık karşıtı olarak başlayan protestolara en çok bu kesimler dahil oldu. Prof. Dr. Korkut Boratav ile pandemide sistem krizini, yönelimlerini ve solu konuştuk. Boratav bütün bu yaşananların neoliberalizmin krizi olduğunu ve ABD de dahil olmak üzere birçok ülkede neofaşist liderlerin pandemiye karşı tedbir almadıklarını söyledi.

►​ Salgın öncesinde sistem krizini tartışıyorduk. Salgında bu kriz daha da görünür oldu. ABD ve İngiltere başta, kapitalist merkezler çöküntü görüntüsü içerisinde. Neoliberal sistemin salgındaki bilançosunu nasıl yorumluyorsunuz?

Soruları tartışmaya, “2020’de dünyanın hali”ne kuşbakışı bakarak başlayalım: Kırk yıldır dünya halkları neoliberalizm, yani “sermayenin sınırsız tahakkümünü hayata geçirme tasarımı” ile cebelleşmektedir. Bu cebelleşme salgın ortamında da ortaya çıktı ve aşağıda sıralayacağım üç tespiti doğruladı.

Birinci tespit şudur: Neoliberal dönüşüm, kapitalizmi giderek kronikleşen bir bunalıma sürükledi; sistem, dinamizmini ve yenilenme yeteneğini yitirdi.

İkinci tespit: Halk sınıfları sürüklendikleri bunalıma, çaresizliklere karşı dalga dalga tepkiler gösteriyor; bazen ayaklanıyor ve neoliberalizmin yarattığı yıkımın onarılması taleplerinde birleşiyorlar.

Üçüncü tespit şudur: Egemen çevreler, onarım seçeneğini reddediyor; halk sınıflarının tepkisini Batı’da neofaşist akımlara yönlendiriyor; gerektiğinde bu akımlarla işbirliğini yeğliyor. Çevre (Güney) coğrafyasında ise, şiddet (darbe, iç savaş vb) seçeneği daima gündemdedir.

Salgın ortamına bu çerçeveden bakalım: Batı’da kırk yıldır piyasalaşan, sermayenin kontrolüne giren sağlık sistemlerinin çaresizliği ortaya çıktı. ABD ve İngiltere örnekleri çarpıcıdır: ABD’de kişi başına sağlık harcamaları kabaca 10 bin dolardır; bu ülke açık-ara dünya birincisidir. Buna karşılık ABD’nin sağlık göstergeleri (örneğin doğumda yaşam beklentisi) açısından tüm Batı ve bazı Güney ülkelerinin gerisindedir. İlaç ve sigorta şirketlerinin denetiminde, hemen hemen tümüyle ticarileşmiş bir sağlık sisteminin yarattığı israfın çarpıcı sonucu…

İkinci Dünya Savaşı sonrasında sağlığın sosyalleşmesinin öncülüğünü yapan İngiltere’de ise NHS, parasız, kamucu, eşitlikçi, adil bir sistem, hekimlik mesleğinin etik değerleriyle bütünleşmiş; kusursuz işleyen bir sistemdi. 1980 sonrasında kamu maliyesinde kemer sıkma ile ticarileşmenin baskısı altında hızla zayıfladı. İngiltere halkı, ortalama sağlık göstergeleri açısından gerilere kaydı.

Salgının bu iki ülkedeki sonuçları çarpıcıdır: Ölüm sayısı bakımından ABD ve İngiltere açık-ara birinci ve ikinci sıradadır. Hastalığa yakalananlar nüfusa oranlandığında da bu iki ülke yine ön sıralarda, Üçüncü Dünya ülkelerinin ilerisinde yer almaktadır.

Bu sonuçlara sağlık sistemindeki neoliberal yıkımın yanı sıra, iki neofaşist lider (Trump ve Johnson) de belirleyici katkı yaptı: Bilimsel önerileri dikkate almadılar; karantina ve kapanma önlemlerini geciktirdiler. Johnson bilinçli olarak, diğeri kendiliğinden “sürü bağışıklığı” tezine yöneldi.

Bu tez Nazi Almanyası’nın “ötanazi”, yani “nüfusun yararsızlardan temizlenme” politikasının izlerini taşır. (Sadece Yahudileri, değil, “özürlü” Almanları da kapsamıştı.) Latin Amerika faşizminin tipik temsilcisi Bolsonaro’nun da aynı tavrı izlemesi ve Brezilya’nın yarım milyonu fazlasıyla aşan korona hastasıyla üst sıralara yerleşmesi de rastlantı değildir.

Koronaya karşı bu ilkel tepkiler bilimi reddettiği için tehlikelidir. Bilim, insanlığı tehdit eden bir salgın karşısında dayanışmayı, iş birliğini ve uluslararası iletişimi önerir. Nitekim salgın sonrasında tüm saygın bilim çevreleri ve DSÖ, bu doğrultuya yöneldi. Trump ise DSÖ’den çıktı.

ABD’de Irk ve Sınıf Boyutlu Halk Kalkışması

►​ ABD, salgınla birlikte, polis şiddeti sonrasındaki başlayan gösterilerle, Trump’ın ANTİFA ve solu hedef alan söylemleri ile öne çıkıyor. ABD’deki durumu, son gösterilerle birlikte nasıl değerlendiriyorsunuz?

Salgının ağırlaştırdığı toplumsal eşitsizlikler, geçmiş yılların birikimleri ve polis cinayetiyle birleşti; ırk ve sınıf boyutlu bir halk kalkışması patlak verdi. Diğer örneklerde gözlendiği gibi bu tür kalkışmalar, daima bir anti-kapitalist bir potansiyel taşır; ama bunu yönlendirebilecek örgütler yoktur. Kontrol dışı şiddete yönelme filizleri taşır. Şiddet, kendiliğinden bir sınıf isyanıdır; ama risklidir. Risklidir, egemen güçlere halk muhalefetini bölme fırsatı yaratır. Ayrıca, provokatörlere açıktır. Nitekim ABD’de aşırı-sağ militanların şiddeti kışkırttıkları belgelenmiş.

Trump da şiddet ve yağma olaylarını seçim kampanyasında kullanabileceği bir fırsata dönüştürmeye çalışıyor. Amerika’nın beyaz, yoksul emekçilerinin ve küçük burjuvazisinin asayiş/güvenlik (“law and order”) arayan tutucu eğilimlerini kaşımak; bunları ırkçı tepkilerle de beslemek… Pentagon’u devreye sokmaya da kalkıştı; geleneksel bir ırkçı/faşist sloganı tweetledi: “Yağma başlarsa silahlar konuşur…” Solcuları, anti-faşistleri, Demokrat Parti’den yöneticileri yağmacıları desteklemekle suçluyor.

neoliberalizmin-ve-neofasizmin-buyuk-yikimi-740795-1.
Salgının ağırlaştırdığı toplumsal eşitsizlikler, geçmiş yılların birikimleri ve polis cinayetiyle birleşti; ırk ve sınıf boyutlu bir halk kalkışması patlak verdi. Diğer örneklerde gözlendiği gibi bu tür kalkışmalar, daima bir anti-kapitalist bir potansiyel taşır; ama bunu yönlendirebilecek örgütler yoktur.

Trump Çin Soğuk Savaşını Sıcak Çatışmaya Taşıyabilir

►​ J. Bellamy Foster, BirGün’e verdiği söyleşide, ABD’nin ‘paradigma değişikliğinden’ söz ediyor. Bunun merkezinde de Çin’le kapsamlı bir çatışma eksenini öne alıyor. Trump, salgının sorumlusu olarak Çin’i gösterdi. ABD ve Çin arasındaki çelişkilerin ve çatışmanın uzantısını nasıl değerlendirirsiniz?

ABD’de koronavirüs, önce New York’ta ağır kayıplara yol açtı. Wall Street’i barındıran bu kentte birdenbire Üçüncü Dünya’yı andıran sahipsiz ölüler ve toplu mezarlık manzaraları ortaya çıktı.

Trump’ın bu kritik eşiğe gelmeden önceki tutumuna yukarıda değindim: “Önce ekonomi…” diyerek salgını umursamamak; önlemleri eyaletlere bırakmak… Salgının ağırlığı New York’ta ortaya çıkınca, bu felaketi bir fırsat olarak kullanmaya kalkıştı. Bir kez daha çözemediği sorunları, bir “sahte düşman” göstererek geçiştirmeye kalkıştı. Uygun hedef Çin oldu. Salgının kaynağı olan virüsün Vuhan’daki laboratuvardan çıktığını ileri sürdü; “biyolojik savaş” iması taşıyan geçersiz suçlamalara yöneldi.

Çin’in böylece hedef gösterilmesi, Trump’ın önceki çizgisiyle de uyumludur. 2016 seçiminde mavi yakalı ABD emekçilerinin sıkıntılarını sahiplendi; iki “yapay düşman” göstererek sandığa taşıdı. Birinci adres “göçmen işçiler” idi; çözüm Meksika sınırına duvar örmek… İkinci adres Çin oldu. Zira, ABD sermayesi yıllar boyunca sanayi üretiminin, dolayısıyla istihdamın bir bölümünü Çin’e kaydırmıştı. Bu süreci gerçekleştiren ABD şirketlerine Trump’ın sözü geçemez. Çözümü seçim kampanyasında Çin-karşıtlığında, sonra başlattığı ticaret savaşında buldu. Salgın vesilesiyle de Çin-karşıtlığını sürdürüyor. Kasım seçiminde seçmen tabanını gözeterek…

Çin’le mücadele Trump’ı aşar; kapitalist dünya sisteminin hegemonya mücadelesinin bir parçasıdır. Arka planda, Batı liberallerinin derin bir hayal kırıklığı yatar: Çin’in kapitalistleşmesinin Çin Komünist Partisi iktidarını tasfiye edecek bir dönüşüme yol açmaması… Çin, Doğu Avrupa’nın ve SSCB’nin kaderini izlemedi; daha da kötüsü, Şi Jinping’in Genel Sekreterliği, ÇKP’nin devlet ve toplum üzerindeki öncülüğünü artırdı. 2020’de Çin, burjuvazi tarafından “fethedilememiş” bir komünist parti tarafından yönetilen kapitalist bir ekonomidir. Üstelik dünyaya açılmada özgün bir güzergâh izlemektedir.

Hatırlatayım: 2017’de Şi Jinping Davos’ta, Cenevre’de kısmen örtülü olarak “ekonomik işbirliği içinde hegemonyayı paylaşalım” çağrısı yaptı. Aynı zamanda Dünya Bankası’na bir anlamda alternatif olan, Üçüncü Dünya’ya dönük bir banka (AIIB) kurdu. Devlet şirketlerinin sürüklediği, İddialı, “kemer ve yol projesi”ni başlattı. “Made in China 2025” başlığı altında teknolojik atılımlara dayalı bir planlama stratejisini ilan etti.

Bu özellikler hegemonya mücadelesini açığa çıkardı. Çin karşıtlığı, ABD’yi aşmakta; belli ölçülerde AB’yi de kapsamaktadır.

Trump’ın özgünlüğü kısmen kimlik özelliklerinden gelir: Cahildir, yalancıdır, yozlaşmış bir çıkarcıdır; dünya görüşü, değerleri açısından faşisttir. Son özelliği onu, salgına karşı, hem de son kalkışmalara karşı tepkilerinde de neo-faşizmin tipik özelliklerine yönlendirdi. Ayrıca da tehlikelidir. Bu kimliği ile hegemonya mücadelesini sıcak savaş eşiğine de taşıyabilir. Bu doğrultuda ABD içinde müttefikler de bulacaktır.

Egemen Güçler Neofaşizmle İşbirliği Yapıyor

►​ Kapitalizmin krizi karşısında farklı çözüm önerileri de gündeme geliyor. En fazla duyduklarımızdan birisi, bu sürecin yeni bir refah devletini zorunlu hale getireceği yönündeki görüşler. Kapitalizmin iç dinamikleriyle, bu tür restorasyona dönüşü konusundaki önerileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

2008 krizi sonrasında neoliberalizmin yıkımlarına karşı yükselen halk muhalefetleri anti-kapitalist bir gündem taşımıyordu. Ülkelerde, dünya düzleminde, örtülü olarak 1980 öncesinin “Altın Çağ” özlemlerini içeriyordu. Egemen güçler, kapitalizmin bu doğrultuda “ılımlı revizyonu”nu dahi sistematik olarak reddetti. Yakın geçmişten örnekleri hatırlatayım.

Britanya’da İşçi Partisi yönetimine 2015’te geleneksel sol çizgideki Corbyn seçildi. Muhafazakâr hükümet bir yıl sonra Brexit referandumuna gitti; umduğunu bulamadı, seçmen çoğunluğu, Brexit’i tercih etti. Bu sonuçta, neoliberalizme tepkilerin de etkili olduğu anlaşıldı.

Corbyn ilk girdiği 2017 seçiminde partisinin oylarını sıçrattı; Muhafazakâr Parti’yi bir azınlık hükümetine zorladı. İngiltere’de refah devletinin birikimlerini sahiplenen sol akım güçlenmekteydi. Büyük sermaye ürktü; 2019 seçiminde Brexit-karşıtlığını unuttu; solcu Corbyn’e karşı sistematik bir kampanyayı üstlendi; Muhafazakâr Parti’nin katı Brexit-yanlısı yeni lideri, neofaşist Johnson’un seçilmesini sağladı.

İkinci örnek, tekrar ABD’den… 2016’da Demokrat Parti’den (DP’den) önseçimlere giren Sanders uzun süre önde gitti; 13 milyonu aşkın oy topladı. Anketler Trump’ı yenebileceğini öngörüyordu. DP yönetiminin manevraları sonunda elendi. Sonuçta, Trump Wall Street’in adayı Bn Clinton karşısında seçimi kazandı. Kısacası ABD sermayesi neofaşist Trump’ı, kapitalizmin sadece revizyonunu öneren Sanders’a karşı yeğlemiştir; bu tavrı sürdümektedir.

İktidardaki neofaşist lider örneklerini Güney ve Doğu coğrafyasına, Brezilya’ya, Hindistan’a, Macaristan’a, Polonya’ya da taşıyabiliriz. Batı türü neofaşist akımların işlevini Orta Doğu’da çeşitli renklerde İslamcı-cihatçı hareketler üstlendi. Türkiye de, ne yazık ki, yakın geçmişte Orta Doğu dünyasının dinamiklerine savrulmuştur.

Her yerde aynı eğilim ağır basmaktadır. Halk, sermayenin ağır tahakkümüne karşı çıkmakta; egemen güçler ise devrim potansiyelini önlemek için revizyonu dışlamakta; neo-faşistlerle iş birliğini yeğlemektedir.

Sol 20. Yüzyılın Başarılı Örgütlenme Biçimlerine Dönmeli

Sol açısından önümüzdeki dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz, nasıl bir siyaset ve program öne çıkarılmalı sizce?

Batı solu, reformist kapitalizmin revizyonu yerine devrimci, yani “sosyalizm” hedefini koruyan programlara yönelme zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Bu “yörünge değişimi”nin emekçi sınıflarca sahiplenilmesi için 20’nci yüzyılda başarılı olan örgütlenme, mücadele biçimlerine dönüş de gerekecektir.

Bir başka güçlük, neo-faşist akımların emekçi sınıflar üzerindeki etkisini kırmakta yatıyor. Örneğin, ulusal işgücü piyasalarında işçi sınıflarının göçmen ve “yerli” katmanları arasındaki farklılaşmalar neo-faşizmi besleyen “kültür savaşları” sorunsalı ile karşılaşıyor; sınıf mücadelesini arka plana itebiliyor. Sol örgütlerin bu sorunu aşması gerekiyor.

Türkiye’de ise “yerli ve millî” bir neofaşizme özgü sorunlar içindeyiz. Bence, temsilî demokrasinin aksak kuralları içinde dahi, AKP iktidarının vadesi dolmuştur. Sonrası için liberal sol, milliyetçi sağ ve “ılımlı” İslamcı akımlardan oluşan bir blokun iktidarı tasarlanıyor. Parlamenter demokrasinin, bir anlamda 2015 Türkiyesi’nin restorasyonu gibi bir hedefte birleşme eğilimi var. Toplumuzun iki önemli akımı açısından yetersizdir; karşı çıkılmalıdır.

İlk olarak tüm demokrat, aydınlanmacı ve (belki) liberal çevreler, “2015 restorasyonu” hedefini, o tarihe kadar hayata geçirilen laiklik karşıtı deformasyonlardan arınmayı içermediği için yetersiz bulmalıdır. CHP yönetimi bu talebi sahiplenmediği için…

İkinci olarak sosyalist ve (belki) cumhuriyetçi sol ve örgütlü emek hareketleri, 2015 restorasyonunu, otuz beş yıllık neoliberal uygulamaları içerdiği için ayrıca reddetmelidir. Sermayenin tahakkümünden; kapkaççı, yozlaşmış bir kapitalizmden arınma, düzen partilerinin dışında bir hedeftir; onlarla da çatışarak, daha uzun dönemde gerçekleşebilir.

Aydınlanmacı, demokrat özellikler sosyalist, sol akımlarda esasen içselleşmiştir; onları ilk grupta ayrıca saymadım.