Liyakatin yerini, siyasal ve dini aidiyetin aldığı bir ülkede, her gün yeni ölümlere uyanıyoruz. Yandaş kayırmanın temel bir devlet politikası haline geldiği yerde; kamuya harcanması gereken milyonlarca lira, adını bilmediğimiz isimlerin yurtdışındaki banka hesaplarını süslüyor. Tarihten günümüze bu ülke insanına ise “nerede bu devlet, nerede bu millet” haykırışı baki kalıyor bu sedalarda.

Nerede bu devlet, nerede bu millet?

Serhat Halis

90’lı yılların unutulmaz repliklerindendi; “nerede bu devlet, nerede bu millet”… Reha Muhtar’ın, bolca magazin sosuna bandırılmış haber bülteniyle özdeşleşmişti adeta. Sıradan vatandaşın kendince haklı haykırışıydı; çünkü devlet, yurttaşlarına hizmet etmek ve onları hem toplumun hem de doğanın gazabından korumak için vardı. Haliyle her sosyal kırılma anında ya da doğal afet sonrasında yurttaşlar devleti arıyordu yanında. “Devlet ana”, onları tüm felaketlerden koruyacaktı; bir ananın evlatlarını kolladığı gibi. Oysa sonuç bambaşkaydı; dükkânını sel basmış, elinde kovalarla su taşıyan, pantolon paçaları diz kapağına kadar çemrilmiş esnaf kameralara haykırıyordu; “nerede bu devlet, nerede bu millet” diye…

Devletin görünen ve görünmeyen iki işlevi ve varlık nedeni var. Görünen işlevi ayrım gözetmeksizin yurttaşların mal ve can güvenliğini ve yurttaşlardan aldığı vergilerle toplumun uyumlu varlığını sağlamak. Görünmeyen esas işlevi ise yurttaşlar arasında ayrım gözeterek; egemen sınıfların çıkarlarını ve mevcut sömürü sistemini korumak.

Bu bağlamda kendi açısından başarılı devlet, gizli varlık nedenini saklayabilen devlettir. Bu türden devletler “sosyal devlet” sanıyla karşımıza çıkıyor ve yurttaşları arasında ayrım gözetmediğine dair güçlü bir sanal atmosfer yaratıyor. Böylesi devletlerde aleni alandaki işleyiş liyakat esasına göre yapılıyor. Diğer tür devletler ise gizli varlık nedenini saklayamayan ya da buna ihtiyaç duymayan, belirli bir sınıf ve/ya yandaş çevrenin çıkarları için çaba sarf eden karakteriyle karşımıza çıkıyor. Bu türden devletlerde aleni paylaşımlar; devlet kadroları, ihaleleri ve hatta akademik personel, liyakat esasına göre değil, iktidara yakınlık esasına göre, belirli bir zümreye dağıtılıyor.

Türkiye uzun yıllar boyunca bu iki uç arasında zikzaklar çizdi, AKP iktidarıyla birlikte ise liyakatin kamusal alanda tamamen ortadan kaldırıldığı bir modele geçiş yaptı. Bu ise kamu için büyük bir felaket demek. Zira liyakatin olmadığı bir toplumsal mekanizmada, sosyal çöküş kaçınılmaz bir hale geliyor ve bir süre sonra bu hayati bir krize dönüşüyor. Bugün Türkiye’de yaşanan da tam olarak bu. Akp iskambil kağıdı dağıtır gibi yandaşlarına kadro dağıtıyor. İnsanların yaşamları, liyakatsiz yandaşların inisiyatifinde yok oluyor. Kimi devletin kontrol etmediği hasarlı binanın göçüğü altında; kimi uçak kazası sonrası ambulans gönderilmediği için, çatlamış kafatasına rağmen 30 kişiyle birlikte doluşturulduğu ring otobüsünde; kimi ise devlet çığ tüneli yapmadığı için, çığ altında kalan öğrencileri kurtarmaya giderken yaşanan ikinci bir çığ felaketinde yaşamını yitiriyor.

Hatırlayın, Elazığ depremi sonrası Kızılay’ın yaptığı ilk iş, halktan para istemek oldu. Oysa yaklaşık 20 yıldır deprem için halktan vergi alınıyordu. Ancak deprem sonrası kullanılmak için toplanmış para deprem sonrasında kullanılmadı ve toplanan bu paranın nereye gittiği de meçhul. Toplanan deprem vergileriyle 10 tane daha Elazığ inşa edilebilirken, Elazığlı depremzedeler kış ayazında, soğuk çadırlarda titreyerek yatıyor. Devlet liyakat sistemini tamamen ortadan kaldırdığı için, eş-dost-yandaş-akraba ile kadroları doldurulmuş Kızılay, ilkyardım konusunda yetersiz kalıyor, birkaç muşamba çadır ile durumu kurtarmaya çalışıyor. Oysa aynı Kızılay 8 milyon doları bir gecede, Amerika’daki başka bir yandaş kuruma aktarabiliyor.

Van’da seçim öncesi vaat edilen çığ tünelleri, devletin kasasındaki açık gerekçesiyle tamamlanamıyor. Oysa aynı hafta Ukrayna ordusuna hibe edilen 200 milyon lirayla 300 tane çığ tüneli yapılabilirdi. Sonuç; tünel açılmadığı için o bölgede çığ altında kalan yurttaşlardan beşi yaşamını yitirdi. Onları kurtarmak için giden, üzerlerinde gerekli teçhizat ve donanım olmayan ikinci ekip; bağırışlar, ıslıklar ve Allahu ekber nidaları altında, kurtarma operasyonunda görülemeyecek uygulamalarda bulundu. Sonrasında ikinci bir çığ tetiklendi ve onlarca yurttaş daha yaşamını yitirdi. Bir devlet tercihi olan liyakatsizlik bir kez daha yurttaşın canına mal oldu.

Sabiha Gökçen Havalimanı’nda sürüklenen uçağın büyük hasar almasının altında da yine devletin halktan aldığı vergileri, yandaş vakıflara pay etmesi nedeniyle, kamu yatırımlarının durması oluşturuyor. Zira Avrupa’nın en büyük havalimanını yapmakla övünen hükümet, iktidarda olduğ 20 yıl boyunca Sabiha Gökçen Havalimanı’na pist sonu emniyet alanı bile yapmamış. Bu bariyer olmadığı için iniş sırasında sürüklenen uçak, pist sonunda 25 metreden düşüyor ve ölümcül hasar o an alınıyor, üç kişi yaşamını yitiriyor. İşin daha da vahimi, içlerinde çok sayıda ağır yaralının olduğu onlarca kişi, karga tulumba havaalanı ring otobüsüyle hastanelere taşınıyor. Ortalıkta ne bir ambulans, ne bir doktor, ne de bir sedye var. Otobüsteki herkesin kan revan içinde olduğunu gösteren görüntülere rağmen, sağlık bakanı “böyle bir şey yok” diyor.

Liyakatin yerini, siyasal ve dini aidiyetin aldığı bir ülkede, her gün yeni ölümlere uyanıyoruz. Yandaş kayırmanın temel bir devlet politikası haline geldiği yerde; kamuya harcanması gereken milyonlarca lira, adını bilmediğimiz yandaşların yurtdışındaki banka hesaplarını süslüyor. İşte bu yüzden dünyada en güvenli taşıma aracı olan trenler Türkiye'de basit bir sinyalizasyon sistemi eklenmediği için onlarca insanamezar oluyor. Tarihten günümüze bu ülke insanına ise “nerede bu devlet, nerede bu millet” haykırışı kalıyor.