Gidenler gittikleri yerden memnun mudur? Kimi kendi kökleri pahasına gittikleri kara parçasının iklimine sıkı sıkıya tutunacak, kendinden olanı, kendi olanı unutacaktır. Unutmayı da çok isteyecektir, belki de zaten yola düşmeden unutmuştur.

Neresi sıla bize, neresi gurbet?

NESLİ ZAĞLI

Ülke tam bir mülteci krizinin ortasındayken yazıyor olsam da yol, yuva, memleket, gurbet, göçmenlik gibi kavramlar üzerine epeydir düşünüyor ve okumaya çalışıyorum. İnsanlığın önlenemez aidiyet ihtiyacına karşı yolculuk hevesleri, köklenip kalıcılaşma ihtiyaçlarına karşılık uçarı arzuları var. Hem zaten bilinmeyen, hayali kurulan, idealize edilene kıtalara karşı müthiş bir merak var. Dolayısıyla yuva ve yol üzerine düşünmeye başladığınızda kaçınılmaz olarak çelişkiler ortaya çıkacaktır. Bu çelişkiler problematik değil olabildiğine insancıldır. Bir maceranın tutkusu için huzurdan vazgeçip geçmemek çelişkisi gibidir. Yakıcıdır ama yıkıcı değildir. En azından çoğu zaman. Kalmak ve gitmek arasındaki tekinsiz ayrım elbette bazen örseleyecektir. Ama insanlar için hayatın dönüm noktalarını temsil eden bu karar bir kez verildiğinde, ömür boyu sorgulanmaya mahkûmdur.

Gidenler gittikleri yerden memnun mudur? Kimi kendi kökleri pahasına gittikleri kara parçasının iklimine sıkı sıkıya tutunacak, kendinden olanı, kendi olanı unutacaktır. Unutmayı da çok isteyecektir, belki de zaten yola düşmeden unutmuştur. Gidenlerden bazıları gittikleri yerlere asla tutunmayacak, ebedi bir arafta yas tutacaktır. Gidenlerin mutlu azınlığı ise kendi olandan asla vazgeçmeden, ötekinin kanına karışacak ve onunla akacaktır; kendi rengi ve dokusundan hoşnut. Tüm bu söylediğimiz süreçler gitme eyleminin arkasındaki dinamiklerle ilişkilidir. Gidenler göçe zorlanmış mıdır? Yuvalarında tacize, şiddete, savaşa, katliama maruz kalmış mıdır? Bir mülteci yola çıkarken heybesine hangi insanlık dramlarını koyar? Bu koşullar altında göçmenlik katman katman travmaların ve yasların iç içe geçtiği bir insanlık haline dönüşecektir.

Şimdi lütfen birlikte düşünelim. Biz şu an ülkemizde en azından adı konmuş aktif bir savaş içinde değiliz. Ama buna rahatlayamayacak kadar da çetin koşullar altındayız. Yoksulluk, ayrımcılık, hukuksuzluk, doğal diye anılan ama asla doğal yolla oluşacak yıkımla kıyaslanmayacak ölçüde etki bırakan sel, yangın, deprem, salgınlar. Normal insanların kaldırabileceğinden çok daha fazlasının omuzlarımıza yüklendiği; öfkemizi, kaygımızı, isyanımızı zar zor yatıştırabildiğimiz durumlar. Şimdi söyleyin bana, kim sessiz, sakin, barışçıl, adil, ferah bir kara parçasını düşlemez? Çarşaf çarşaf yayınlanan araştırmalarda gençliğin geleceğe güvensizliği ve ilk fırsat bulduklarında ülkeden kaçma isteği yayımlanıyor. Gençlere kızabilir miyiz? Peki umut verebilir miyiz? Her şeyin daha beter olmayacağına nasıl emin olabiliriz? Gitmekten başka bir şey düşünemeyecek bir hale gelmeyeceğimizi nasıl garantileyebiliriz? Dolasıyla aslında insanın aklına yuvadan uçmak geldiği anda kuş olmuştur, daha da iflah olmaz.

Şu ana kadar anlatmaya çalıştığım şey aslında ruhumuzun her daim bir mülteci olma potansiyeli taşıdığıdır. Ülkenin mevcut mülteci politikası muğlaktır, tekinsizdir, güvensizdir. Ancak sapla samanı birbirine karıştırmamakta yarar ver. Geçen gün 2016 yılında Dr. Kinga Gönzc tarafından Psychoanalysis Today adlı dergide yayımlanmış bir makaleye denk geldim. Yazıda Macaristan sınırlarına mültecilerin dayanması ve ahlaki anlamda bir panik oluşması konu ediliyordu. Bir nokta gerçekten ilginçti o da mültecilerin; kadınlara tecavüz edebilecek potansiyel terörist olduklarına yönelik kamuoyu yaklaşımından bahsetmesiydi. Makalede bu bakış açısı psikanalitik bir bakışla inceleniyor ve ilkel savunma mekanizmaları olan bölme ve yansıtma kullanıldığına dikkat çekiyordu. Bunun açıklaması şu; biz insanlar ötekileri yargılarken bastırdığımız kötücül, agresif, cinsel dürtüleri onlara atfediyoruz. Hem azınlıklar hem de mültecilerle ilgili olarak bu ilkel mekanizmaları devreye soktuğumuz aşikâr. Bu durum ise kültürelden çok evrensel. Ancak her ne olursa olsun, mülteci sorunu 2021 Türkiye’sinde farklı.

Farkı ne derseniz elim elim üstünde ve refah içinde yaşamıyoruz. Sosyopolitik anlamda geniş kitleler müthiş zorluklar yaşıyorlar. Her şeyi bırakın bu ülkede her gün 2-3 kadın şiddet görüyor, tacize, tecavüze uğruyor ve katlediliyor. Güvenlik algımız neredeyse sıfır. Sınırdan elini kolunu sallayarak geçen işsiz, yersiz, yurtsuz adamlar ister istemez ülkenin kolaylıkla salıverilen, kollanan tüm tecavüzcülerini temsil ediyor gibi deneyimleniyor. Bu adamlarla ilgili tasarruf hiç şeffaf değil ve bu nedenle de her türlü spekülasyona açık hale geliyor. Kısacası korkuyor, korkuyoruz. Tahammülümüz zaten azalmış, provokasyonlara gebe. İşte tam da bu noktada bir sağduyu noktası oluşturmak gerekiyor. Olay mülteciler ve mültecilik değil, olay ardındaki kötücül politikalar.

Biz bu ülkede çok ayırdık, çok ayrıştırdık. Dün Alevilere, Kürtlere, Rumlara, Ermenilere yapılanlar bugün göçmenlere yapılıyor. Kabul edelim ki bu kadar çaresiz bir çırpınış içinde olmasaydık, ülkemde Suriyeli istemiyorum demek bu kadar kolay olmayacaktı. Koşullar ve politika böyle olmasa, belki iktidarın tüm kötücüllüğü ötekilere yansıtılmayacaktı. Bu memleketten gitmek zorunda kalan, gitmeye zorlanan, giden çok insan var. Onlar da yeni bir kara parçasına kondular, adapte olmaya çalıştılar, zorlandılar, alıştılar ve yaşadılar. Yurtdışında yaşayanların felaketlerde nasıl ülkeyle yatıp ülkeyle kalktıklarını iyi biliyorum. Göçmenlik bir araf bazen, bazen de yas. Rahmetli Tanju Duru der ya; camdan akıyoruz ülkeyle, bir de çocukluğumuz…Yuva çocukluktur. Yuva kendisi güvenli olmasa da güvenlik ihtiyacının gömülü olduğu yerdir.

Oya Baydar’ın kedi mektupları adlı kitabı özünde kedileri anlatsa da onların insancıl ve hayvancıl mülteci sahiplerini de anlatır. 80 dönemindeki siyasal çatışmalar nedeniyle dünyanın farklı yerlerine sığınmak zorunda kalmış insanlar. O insanların yasları, özlemleri, bitmeyen memleket sevdaları çok güzel yansıtılır. Bana diyebilirsiniz ki, Avrupalara sığınan eğitimli, hümanist insanlarla bizim sığınmacılar aynı mı? Eğer kendinizi hiyerarşinin en üstüne alırsanız evet tabii aynı değil. Kabul etmemiz gereken her göçün ardında bir hikâye olduğu. Yine kabul edelim ki, gitmek mi daha zor kalmak mı ikileminin ardında da çok hikâyeler vardır. Bugün halâ buradaysak, gitme şansımız olmadığından mı, kalmayı çok istediğimizden mi, yoksa gitsek de beraberimizde taşıyacaklarımızı bildiğimizden mi? Bunu bir kez soralım ve hatırlayalım; herkes potansiyel mültecidir. Murathan Mungan’ın dediği gibi: Neresi sıla bize, neresi gurbet? Yollar bize memleket.