Gelişmekte olan ülkelerde rejim değişiklikleri genelde kan dökülerek yapılıyor. Yeni Zelanda ya da Avustralya gibi gelişmiş ülkelerde ise kansız oluyor. Ancak yapılan müdahalenin insanlığa maliyeti hep ağır oluyor.

Nükleer uğruna darbe girişimleri

Murray Horton

1980’li yıllarda dünya Yeni Zelanda’da olup bitenleri merakla izliyordu. Dönemin başbakanı David Lange ve liderlik ettiği İşçi Partisi hükümeti, nükleer karşıtı politikaları dolayısıyla ABD savaş gemilerinin Yeni Zelanda limanlarına yanaşması yasaklamıştı. Sonuçta, imzalandığı 1951 yılından o güne kadar Yeni Zelanda savunma ve dış politikasının mihenk taşı olan ANZUS anlaşması çökme noktasındaydı çünkü Yeni Zelanda anlaşmadan fiilen çıkmıştı.

Reagan hükümeti ile ilişkiler geriliyordu. Avrupa’nın nükleer silahlardan arındırılması kampanyasında öncü rol oynayan END dergisinde 1987’de yayınlanan bir makale, ABD’nin Lange’ı iktidardan indirme ve nükleer karşıtı politikalarının aldığı toplumsal desteği kırma planlarını deşifre ediyordu.

‘BEYAZ KOLONİ’LERİN YERLİLERE SALDIRISI

Yeni Zelanda’nın geçmişine baktığımızda, ‘beyazların kolonisi’ olarak var olduğu 19’uncu yüzyıldan itibaren sadık bir İngiliz kolonisi görüntüsü çizdiğini görüyoruz. ABD ve Birleşik Krallık’ın yürüttüğü tüm savaşlara destek vermiş, II. Dünya Savaşı sırasında ‘nüfusuna oranla verdiği şehit sayısı,’ Sovyetler Birliği’nin ardından ikinci en yüksek oranda olmuştu.

Sadık bir Amerikan müttefiki olmasına karşın ABD, Yeni Zelanda’nın “Nükleer Karşıtlığı Virüsünü” yayma tehlikesine odaklanmış ve nükleer karşıtı hükümete dersini vermeye, hatta hükümeti devirmeye karar vermişti.

Amaçlarına alet etmeyi seçtiği konu, ülkedeki ırksal ayrımlar oldu. Kültürleri küresel ölçekte iyi bilinen Maori yerlileri seçildi. 19’uncu yüzyılın toprak savaşları esnasında Maoriler zapt edilmiş ve toprakları ellerinden alınmıştı.

Tabii önemli bir detay daha vardı. Diğer ‘beyaz koloninin’ aksine, Maoriler ile 1840 tarihinde Waitangi Sözleşmesi isimli bir anlaşma imzalanmış ve Maoriler ile Birleşik Krallık arasında (dolayısıyla sonrasında bağımsızlığa kavuşan Yeni Zelanda Devleti’yle) resmi bir ittifak kurulmuştu.

Anlaşmaya rağmen Maoriler tüm toplumsal verilerde olumsuz göstergeler ile karşı karşıyaydılar. ABD derin devletinin kaşımaya karar verdiği yara da tam olarak bu oldu. ABD büyükelçiliği tarafından yapılan gizli anketler, toplumda Maorilere yönelik ırkçı düşüncelerin yüksek seyrettiğini ortaya koyuyordu.

MAORİ KREDİSİNDE PEŞ PEŞE SKANDAL

Sonraları Maori Kredisi Skandalı olarak anılagelen hadisenin tarihsel önemi pek az yazılıp çizildi. Çizilen planın çerçevesi bir skandal yaratmak, bunun siyasi krize dönüşmesini sağlamak ve hükümeti iktidardan indirmekti.

Skandalın başlıca hedefinde dönemin Maori İlişkileri Bakanı Koro Wetere ve Bakanlık Genel Sekreteri Tamati Reedy vardı. Plan bazı yerel aktörlerin de katkısıyla, bizzat CIA tarafından planlanmıştı. Önce usulsüz bir kredi anlaşması yapılacak, sonrasında bunun deşifre olması sağlanacak ve hükümetin sahip olduğu güvenoyunun altı oyulacaktı. Halkı sözde aldatan Maori liderlere beyaz seçmenin duyduğu öfke körüklenecekti.

600 milyon Yeni Zelanda doları tutarında kurgulanan kredinin kaynağı Ortadoğu petrolüne dayandırılıyordu. Krediyi kullanan birim ise Maori Kaynak Geliştirme Kurumu olacaktı. Maoriler prefabrik evler yaparak bu ürünleri yurtdışına ihraç edeceklerdi.

Kredi görüşmelerine katılan Tamati Reedy olmuştu ve 1986’nın Kasım ayında Hazine’de görevli Graham Scott ile değerlendirmelerde bulunmuş, Scott’un krediye dair görüşü olumsuz yönde olmuştu. Takip eden süreçte bazı bakanlık yetkilileri Hawaii’de çeşitli görüşmelere katılmışlardı.

Sonraları yürütülen soruşturmada anlaşıldı ki, görüşmeler bazı bakanların bilgisi dahilinde yapılmıştı fakat kimse süreci durdurmakta başarılı olamamıştı. Reedy’nin imzaladığı evraklardan birinin başlığında “Koşulsuz ve Geri Döndürülemez Ücret Mutabakatı” yazıyordu. Reedy’nin bu evrakı imzalaması yetki aşımı niteliği taşıyordu ve Hazine’nin önceki tavsiyesine de aykırıydı.

KREDİLERLE KARA PARALAR AKLANDI

25 yıl vade ile, yüzde 4 faiz oranıyla verilen kredi maliyeti kelimenin tam anlamıyla fahişti. Washington’daki Yeni Zelanda Büyükelçiliği’nden gönderilen rapora göre muhtemelen kara para aklanıyordu ya da gerçekte böyle bir para dahi yoktu. Evraklarda paranın kaynağı olarak anılan ‘Kuveyt kraliyet ailesinden Ahmet Ömer’ diye biri de aslında hiç var olmamıştı.

David Lange sonraları kaleme aldığı bir yazıda olayları şöyle tarif ediyordu: “Hikaye eksiksizdi: Dolandırıcılar, Hawaiili aracılar, Ortadoğulu finansörler.”
1987 yılında devlet televizyonu TVNZ, olayların CIA bağlantısını deşifre eden bir habere imza attı. Krediye aracılık eden işadamları CIA ile ilintili BBRDW şirketi için çalışıyorlardı ve CIA Honolulu Büro Şefi Eugene Welsch’den direktif alıyorlardı.

Maori Kredi Skandalı hükümeti çökertmede ya da bakanları istifaya zorlamada başarı olamadı. Fakat Yeni Zelanda’daki toplumsal gerilimler yükselişe geçti, İşçi Partisi hükümeti savunmaya geçmek zorunda kaldı ve parti içinde karşıt kamplar oluştu.

Ortaya çıkan ‘beceriksizlik’ tablosunu muhalefetteki Ulusal Parti iyi değerlendirdi ve medyanın da desteğiyle ülkede siyaset sağa kaydı.

SKANDALIN UZUN VADELİ SONUÇLARI

Gelişmekte olan ülkelerde rejim değişiklikleri genelde kan dökülerek yapılıyor. Yeni Zelanda ya da Avustralya gibi gelişmiş ülkelerde ise genelde kansız oluyor. Tabii yapılan müdahalenin insanlığa maliyeti yine de ağır oluyor.

Yeni Zelanda’da patlatılan skandal neticesinde toplumsal adalet ve bağımsızlık için mücadele eden siyasal sol zayıflatıldı. 2020 yılında yapılan bir araştırmaya göre hane halkı servetinin yüzde 70’i, ülkedeki yüzde 20’lik azınlığın elinde bulunuyor. 1985-2005 döneminde ekonomik kalkınmanın yavaşlamasının başlıca sebebinin ise artan ekonomik eşitsizlikler olduğu tespiti yapılıyor. Eğitim çağındaki çocukların okuma ve matematikteki yetkinlik düzeyinin yüzde 65 düzeyinde kaldığı tespit ediliyor.

CIA’in zayıflatmaya çalıştığı İşçi Partisi hükümeti 1984-1990 döneminde iktidarını korudu ve Yeni Zelanda bu sayede nükleere karşı durmayı başardı. Fakat aynı dönemde Waihopai’de kurulan Elektronik Casusluk Üssüne göz yummak zorunda kaldı ve ülke Beş Göz isimli uluslararası istihbarat ortaklığına katıldı.
2017 yılından bu yana iktidarda olan Jacinda Ardern hükümeti ekonomik anlamda muhafazakar politikalar izlemekle ve toplumsal adaletsizlikleri arttırmakla suçlanıyor. Bu hükümetin kendinden öncekiler kadar, hatta daha da ‘sadık’ olduğunu söylemek mümkün.

YOLSUZLUĞA KARIŞAN SİYASETÇİLER AKLANDI

Peki, skandalın odağında yer alan siyasetçilere ne oldu? Başbakan David Lange parti içinde oluşan ayrılıkların üstesinden gelemedi ve Reagan modeli ekonomik politikaları destekleyen kabine üyeleri galip geldi. İşçi Partisi iktidarı iki farklı Başbakan liderliğinde sürdü. Parti, 1990 seçimlerinde büyük hezimete uğradı. Eski Başbakan Lange, 2005 yılında hayatını kaybetti.

Bu hikayedeki tek kazanım olan nükleer karşıtı politika İşçi Partisi hükümeti döneminde yasalaştı ve günümüzde halen yürürlükte. Artık Yeni Zelanda kültüründe de önemli bir yer tutuyor. Başbakan Jacinde Ardern iklim değişikliği mücadelesi için ‘benim kuşağımın nükleer karşıtı hareketi’ ifadelerini kullanıyor.

GİZLİ İSTİHBARAT İLİŞKİLERİ SÜRÜYOR

Her şeye rağmen ABD ve Yeni Zelanda arasındaki askeri istihbarat ilişkileri 1980’den bu yana sürekliliğini koruyor. Nükleer karşıtı hareketin başarıları altında imzası olan David Lange, Waihopai elektronik casusluk üssünün kurulmasını onaylayan imzayı da atan kişi oldu. Bu üs, Beş Göz istihbarat işbirliğinin en somut örneği niteliğinde.

Obama döneminde Yeni Zelanda tekrar ABD müttefiki sıfatına kavuştu. Yeni Zelanda askerleri Afganistan’da neredeyse yirmi yıl savaştı. 2016 yılına gelindiğinde, 1980’li yıllardan beri ilk defa bir ABD savaş gemisi Yeni Zelanda kara sularına giriş yaptı.

Yeni Zelanda halen ANZUS anlaşmasının bir parçası. 2020 yılında üç ülkenin Hawaii’de ortaklaşa yaptığı donanma tatbikatına Yeni Zelanda gemileri de katıldı. Avustralya’da düzenli olarak yapılan Tılsım Kılıcı tatbikatına 2021 yılında Yeni Zelanda birlikleri de katıldı.

2017 yılında Başbakanlık koltuğuna oturan Jacinda Ardern, kendinden önceki muhafazakar hükümetten bile daha iyi bir müttefik resmi çiziyor. Kısa süre önce yaptığı önemli bir dış politika konuşmasında, Joe Biden’ın ‘anahtar kelimesi’ haline gelen ‘Hint Pasifik Bölgesi’ önceliğini de seslendirdi.


CovertAction Magazine’den çeviren Fatih Kıyman