Bir Fenerbahçe-Beşiktaş derbisiydi. Basın tribünündeydim.

Bir Fenerbahçe-Beşiktaş derbisiydi. Basın tribünündeydim.

Sorsanız skoru bile hatırlamıyorum. Oldum olası hatırlamam skor filan… Fakat Beşiktaş kazanmıştı. Onu da şimdi anlatacağım hikaye sebebiyle bugün bilebiliyorum.

Maç bitti, Fenerbahçeliler doğal olarak üzgün, biraz daha az doğal olarak ise kızgındı. Saracoğlu’da basın tribünü Numaralı’yla iç içedir, gidenler bilir, pek çok statta olduğu gibi mağlubiyet sonrası Numaralı’nın ilk tepkisi dönüp gazetecilere küfretmektir. Ben bir maç sonrası  Numaralı’yla birlikte indiğimiz merdivenlerde Gürcan Bilgiç’e basbayağı saldırdıklarını bile hatırlıyorum. Dediğim gibi, her statta olur ama bu. Bir tür rutin, Fenerbahçe’ye özgü bir durum değil. Zaten öfkenin düzeyini daha kolay anlayabilin diye anlatıyorum. Yoksa çok da abartılacak bir durum yok ortada.

İşte o gün de kızgın taraftarlar gazetecilere sövdükten sonra öfkelerini bir başkasına yönelttiler.

Kime biliyor musunuz?

Maç sonrası Beşiktaşlı  Yusuf’tan formasını isteyen ve alan küçük bir çocuğa…

Başladılar küfretmeye… Çocuğa  ısrarla o formayı atması için bağırıp çağırmaya.

Ufaklık tırstı tabii…  Formayı da atamadı. Buruşturup, çaktırmadan içine soktu. Öfke bitmedi, küfürler dinmedi, çocuk gözden kayboldu.

Bu kez benim içimde bir öfke kaynamaya başladı.

Bir kere Yusuf eski bir Fenerbahçeliydi. Bilirsiniz genellikle top toplayıcılar kulübün altyapısında oynayan gençlerden seçilir. Kim bilir belki de Fenerbahçe altyapısında oynayan o çocuğun rol modeliydi Yusuf. İdolüydü.

Ve tribündeki bir avuç genç  adam, kendilerinden sadece birkaç yaş küçük olan, üstelik aşık oldukları Fenerbahçe için saha kenarında top toplayarak en azından bir emek üreten o çocuğun gayet masumane bir şekilde idolünün formasını istemesine dayanamıyordu.

Bu hikayeyi o zaman Radikal’e de yazmıştım. Çünkü sahiden çok üzülmüştüm. O çocuğun, formayı saklarken etrafına ve kendisine küfredenlere nasıl baktığını görmeliydiniz.

Suçluluk duygusuyla bakınıyordu etrafına. Yanlış bir şey yaptığını düşünüyordu.

Yaptığı şeyden utanıyordu.

N’apsın?

Sonra o çocuk büyüdü ve Arda oldu. Büyüdü ve Emre oldu. Büyüdü, Batuhan oldu.

Bu adamların hepsi bir değil tabii… Arda Emre değil… Batuhan Arda değil… Hepsi ayrı kişilikler, hepsinin yeteneği de marazı da farklı. Ortak özellikleri futbolun zorluklarıyla başa çıkmaya çalışırken tökezlemeleri, agresifleşmeleri, üzülmeleri, bazen de üzmeleri…

Lakin biz onları büyütürken bir yerde hata yaptık, kabul edelim. Onları “profesyonel futbol”  denilen cadı kazanına atarken yeterli donanımı sağlayamadık. “Biz” dememe bakmayın, ben değil tabii ki, bu ülkenin futbol ikliminden bahsediyorum.

Geçtim iyi ahlakı, düzgün bir eğitimi…  Kendisine nasıl bakması gerektiğini öğretemedik ki. Psikolojik destek almayı “delilik” işareti sanan çocuklar bunlar.

En vahimi bu küçük adamları  eğitenler de psikologa deliler gider sanıyor.

Evet, A Takım seviyesinde bir değişim olduğu aşikâr. Profesyonel takımlarda teknolojiye, bilime, tıbba eskisi kadar kötü bakılmıyor, bu kesin. Fakat altyapılarda o kadar basiretsiz adamlar çalışıyor ki… Tek umudu altyapıda birkaç turnuva kazanıp, A takım seviyesine yükselmek olan ama bunun için etrafında, dünyada neler olup bittiğine hiç bakmayan, binlerce kerameti kendinden menkul antrenör ve onların gözlerini bürümüş bu başarı histerisi sırasında en acımasız şekilde örselenen çocuklar… Alın size hazin bir futbol öyküsü…

Bir futbol yazısında iki hafta üst üste şiir yazarak Sunay Akın’ın BirGün şubesi gibi algılanmaktan şiddetle tırsarım ama cuk oturdu dayanamayacağım. Edip Cansever abimiz Mendilimde Kan Sesleri’nde der ya hani:

O çocuklar büyüyecek

O çocuklar büyüyecek

O çocuklar…

Yine kişisel bir öyküyle bitireyim. Yıllarca muhabirlik yaptıktan sonra bir tür emeklilik ikramiyesi olarak kendisine bir gazetede köşe bahşedilen meşhur spor yazarı abimiz bir vakitler bana “Google’dan bakıp bakıp yazıyorsunuz” demişti. Genç yaşta “köşemiz” olmasına bozuluyordu. Sürünmeden alınmazdı çünkü o “köşe”. Sürünmenin anlamı yıllar boyunca onlarca asparagas transfer haberi yazıp, bir tanesini tutturunca “büyük gazeteci” olmaktı ona göre…

Öyle pek alttan alan birisi olmadığım için “Abi google’da nasıl arama yaptığımı sana da öğreteyim, sen de yaz” demiştim de, bozulmuştu.

Telefonla yazdırırdı yazıları,  öyle klavyeye, kaleme kağıda pek dokunmazdı.

Çocuktuk ona göre. Hak etmiyorduk.

O çocuklar da büyüdü.

Beni boş verin, ben sayılmam ama çok da iyi yazarlar, muhabirler, editörler çıktı aramızdan. Çıkabildi.

Yani aslında imkansız değil. Yani aslında oluyor. Yani bir yanıyla mutlu olmak için de çok neden var.

Çocuklar doğru düzgün de büyüyebiliyor.

Her şeye rağmen…