O kiraz ağacı,  bizim bahçemizdeydi…

> CAN BİNALİ AYDINcanbinaliay@gmail.com

Saat 17:00 buluşma yerindeyim,
burada eski bir binanın en üst katında olduğunu biliyorum.
Geldiğim haberini vermek için bir kez daha ararken,
refleksle yüksekçe katlara bakıyorum.

Telefonun ilk çalışında balkonları yatay baklava desenli,
kahverengi bir binanın 6. katından el sallıyor bize.

Bu babacan güleçliği bir yerden tanıyoruz, iyi de tanıyoruz üstelik,
fakat kanıtımız yok ispata.
Biz onu benzetiyoruz, o tahmin ediyor bizi.

Meraklıyım; maliye müfettişliği yapmış protest bir müzisyen, Ahmet Kaya’nın ağabeyi ve ressam.
Asansör katta duruyor, kapıda karşılıyor bizi.
Her yanı tuvaller, boyalarla dolu küçük bir atölyedeyiz,
ve karşımızda bir dağ yarısı; Mustafa Kaya.

Sümerbank’ta işçiler, Batı Müzik Grubu, sinema bileti yirmi beş kuruş, 69’yılı, bir de Malatya.
Eskiden biliyorsunuz milli fabrikalar vardı, babam bunlardan birinde, üç bin işçili Sümerbank Pamuk Sanayi Müessese’sinde çalışıyordu. Üç büyük fabrikasından biri Malatya’nın; TEKEL, şeker fabrikası bir de Sümerbank. Ortalama üçer bin kişi çalışıyor her birinde, nüfus toplasan 30 bin kişi. Bir Fransız Frangı 50, bir sinema bileti 25 kuruş.
O dönemde Sümerbank’ta hali hazırda Batı Müzik Grubu vardı tamamı kadrolardan oluşan, jazz ve batı müzikleri yapıyorlardı. Biz de Sümerbank Bağlama Ekibi’ni kurup halk müziğine başladık. 69’ başlarındaydık, sanıyorum şubattı 19 yaşlarındayım, Ahmet 12 falandı.
Sonra solo çıkarmaya başladık Ahmet’i. Çok küçüktü, marifetliydi, dikkat çekiyordu. Sahneye kendi yalnız, bağlaması çift sandalyeyle çıkıyordu. Bağlamanın teknesi kucağına sığmadığından yan sandalyeye veriyorduk yükü.
Bizim müziğe yatkın olmamızda amca ve dayılarımızın büyük payları var, onlar da bağlama çalar, türkü söylerdi. O dönem kayıt cihazı olmadığından o anonim türküleri ne yazık ki kaydetme şansımız olmadı. Amcam Yusuf Kaya çok güçlü dengbejdi, tambur çalardı, öyle ki jandarma devriyesinin denk geldiği bazı günler jandarmalar devriyeyi yarıda kesip damın dibine oturur, bitene kadar dinlerlerdi.

‘’Pirpirim parayla satılır mı oğlum?’’
74 yılında İstanbul’a gelip, babamın emekli ikramiyesiyle Kocamustafapaşa’da bir ev aldık.
Yeni ve zorlu bir hayattı, en çok da babam için. Babam için çok zor oldu çünkü; semizotunun ki biz o zaman pirpirim diyorduk, parayla satıldığına ikna edemiyorduk babamı. Şimdi insanların villa dediği evlerde yaşıyorduk çünkü. Kocaman bahçeli, yumurtası, sütü içinde olan evler. Onlarca meyve ağacı vardı, Ahmet bazen sabah kalkınca ağaca çıkar; kirazla ekmek yerdi. İşte gömleğini yırtan o kiraz, bizim bahçemizdeydi.
89’da ilk albümümü yaptım; Deli Göz Bebekleri, peşi sıra Fikrimin İnce Gülü, ardından Yıldızlar ve Çocuk. Nazım’ın, Sabahattin Ali’nin, Hasan Hüseyin’in şiirlerini/sözlerini besteleyip albümlerime koydum. Kolay değil o dönemde tabi; Sabahattin Ali öldürülmüş, Nazım sürgüne gönderilmiş, Hasan Hüseyin keza. Bir de 657’ye tabisiniz, yani devletin memurusunuz sonuçta.
Art arda soruşturmalar açıldı, müzik yapmaman istendi, daha doğrusu ‘’böyle’’ müzik yapmamam. Kalkıp çiftetelli söylesen kimsenin umrunda olmaz, arabesk yapsan herkes ‘’oh ne güzel, yap’’ der.
Müziği asla bırakmayacağımı söyleyip istifa ettim, o dönem Adnan Kahveci’ydi Maliye Bakanı; istifamı kabul etmedi. Sen dedi: “Rüşvet yemiyorsun, kimseyle kirli ilişkilere girmiyorsun, ben nereden bulayım senin gibi adamı?’’ Bu şekilde 91’e kadar götürdük.
Bir dönem sonra resme ilgi duymaya başladım, Rembrandt ve Mihri Müşfik Hanım’dan çok etkilendim. Mihri Müşfik Hanım, ilk Türk kadın ressamdır. Şu anda Doğuş Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi yüksek lisans öğrencisiyim, orta vadede bir kişisel sergi açmayı hedefliyorum.

Oğlum Ahmet, bizim niye hiç fotoğrafımız yok?
Ahmet’in de albümleri çıkıp iyice tanınmaya başlayınca tabi insanlar birlikte fotoğrafımızı görmek istiyor, o dönemde fotoğraf görmenin de bir yolu. Ben de sordum dedim: Oğlum Ahmet, bizim niye hiç fotoğrafımız yok?
Saçmalama abi, sen bana hayran mısın ki fotoğrafımız olsun? Ben sana hayran mıyım ki? Biz abi kardeşiz, hele bir emekli olalım bol bol fotoğrafımız olur.
Uzunca sarıldık, güldük.
Artık burada duramam yoksa sürgün edecekler beni!
Bir gün kasım falandı yani, evini gördünüz mü bilmiyorum; 4. Levent’te bahçeli bir evde oturuyordu, bir dişi bir erkek iki kangalı vardı, aynı zamanda stüdyoydu orası. Gittim baktım, bahçede oturmuş, sırtında paltosu köpekleri almış yanına, rakı içiyor, tabi o olaydan sonra yani. Hayırdır oğlum böyle tek başına, ne yapıyorsun dedim. Abi dedi iyi ki geldin, ben de seninle konuşmak istiyordum:
Karar verdim yurt dışına çıkacağım, bugüne kadar bi namussuzluk yapmadık, şerefsizlik yapmadık, babamızdan aldık bayrağı bir yere getirdik.
Artık burada duramam, yoksa sürgün edecekler beni, anneme böyle söyleme.
Anlıyordum tabi ben de, bekliyordum da biraz, fakat aceleye geldi. Ahmet o olayı yaşadıktan sonra bırakın camianın destek çıkmasını, adını bile anmadılar korkularından. Bırakın camiayı; çocukluktan; on beş, on altı yaşından dernek arkadaşları bile aramadılar Ahmet’i. Mesela o çatal bıçak olayında Serdar Ortaç daha çok toydu, çocuktu; orada aklı başında bir sürü insan da vardı oysa.
O zaman anneme söyleyemedim gelmeyeceğini, şimdi artık söylesem de bir şey olmaz.