Niye şişmanlıyoruz? Özellikle gençler niye şişmanlıyor?

Niye şişmanlıyoruz? Özellikle gençler niye şişmanlıyor? Bu soruya yanıt arayan sayısız araştırmanın ortaya koyduğu ana sebepler arasında ‘aşırı yeme’ en başta geliyor. İkinci ana sebep sayabileceğimiz hareketsizlik ile birleştiğinde obezite neredeyse kaçınılmaz. Son 30 yılda gündelik beslenmemizde yediklerimizin kalori değerinin (ortalama) kat kat artmış olduğunu gösteren Swinburn ve arkadaşları (2009), kalori artışının çocuklarda ve yetişkinlerdeki etkilerinin farklı olduğunu ortaya koymuş. Kalorisi yüksek besinlerle günü geçiren çocuklar, eşdeğer enerjiyi alan yetişkinlerden daha fazla kilo alıyorlar.

Sebep? Hareketsizlik çocuklar için büyük sorun. Televizyon ve bilgisayar oyunları başına geçirilen saatlerin bedeli sadece dikkat dağınıklığının artması ya da zora gelememe, tahammülsüzlük gibi davranış özelliklerinin yaygınlaşması değil. Ekran başına çöreklendiğinizde, kalkmak içinizden gelmiyor. Üstüne üstlük sofrada yiyebileceklerinizden farklı tipte yiyecekleri (paketlenmiş, yağlı şekerli) çokça miktarda tüketiyorsunuz. Çevrenizde olan bitenden kopartan ‘ekranlı aktiviteler’, sadece saniyeler sürecek tipte dikkat gerektirdiği için (‘strateji’ oyunlarının stratejisini satrançla karıştırmayalım) daha fazla ilgi gerektiren sohbetten vazgeçtik, cümlenin sonunu bekleyebilme becerisini bile tıraşlayarak, genel farkındalığınız otomatik hareketlere öncelik veriyor. Fark etmeden tükenen paket cips ya da bisküviler, “yedim” hissini pek vermediği için bir sonraki pakete hızla geçiyor, ihtiyacınızın 8-10 katı kaloriyi alabiliyorsunuz. Oyun için gereken parmak hareketlerini ustalıkla yapmak pek fazla bir enerji harcaması gerektirmiyor.

Hareket şart. Yetişkinlerin en azından işe giderken yapmaları gereken hareketler bile bir enerji tüketimi yaratıyorken, çocuklar okul servisleri ile ‘taşımalı’ biçimde okullarına vardıklarında pek az yoruluyorlar. Okullardaki serbest zamanlarda eski usul koşuşturmak yerine en fazlasından ‘smekdavn’ dövüşü ile gündelik spor yapılıyor.

Beden eğitimi gibi ‘lüzumsuz’ dersler (sanat, müzik ile beraber) bir kenara atılıp, çocukların ‘ahlakını düzeltmeye’ dönük çalışmaların öne alınmasından medet uman yöneticiler bilerek bilmeyerek obeziteye katkıda bulunuyorlar. Başkalarına karşı değer bilir ve saygılı olmayı ve kendi bedenine özen göstermeyi çocuklara (dinsel ya da seküler fark etmez) vaaz verme yoluyla öğretmek mümkün değil.

Hangisi en zararlı alışkanlık? Çocukları zararlı alışkanlıklardan koruma amacı ortak bir amaç gibi gözükse de; zararın nerede olduğuna karar verirken, toplumun büyük bölümü için risk oluşturan ‘kötü beslenme’ ile çok daha küçük bölümü için ve daha uzun vadeli bir risk oluşturan ‘alkol’ (ve benzeri) aynı kefeye konmalı mı? Kararı bir başka deyişle inançlara, kişisel fikirler ve tercihlere (“böyle olması gerekiyor!”, “inançlarımız böyle gerektiriyor”) göre mi, yoksa toplumun nesnel (“halk böyle istiyor”dan ibaret olmayan) ihtiyaçlarına göre mi vereceğimizi siyaset belirliyor. Bu ikilem, toplumlarda temel bir çatışma kaynağı olabiliyor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki köktendinci-aşırı sağcıların (Cumhuriyetçi başkan adayı Bachmann gibi) bayraktarlığını yaptığı görüş, kamu yönetiminin esas rolünü ticaret ve sanayinin rahatça işlemesini ve ordunun bunu garantilemek için başka ülkeleri sindirecek güçte olmasını (savaş için gerekenleri yapmasını) sağlamak biçiminde tanımlıyor. Kamu yönetiminin eğitim, sağlık, çevrenin korunması gibi ‘kamu yararı’ sayılan durumlara ‘burnunu sokması’nı vesayetçilik olarak gören bu toplumsal hareket özellikle ‘evangelical’ diye bilinen katı dindar kesimlerden köken alıyor.

Kötü beslenme hakkı. Somut bir örnek aktarayım: Okul kantinlerinde satılan ürünlere (örneğin, trans yağ ya da monosodyumglutamat içerenler) bir kısıtlama getirildiğinde ilk ayaklananlar öğrenciler oldu. Çocukların şeker, yağ ve karbonhidratın aşırı kullanımına dayalı beslenmeye düşkünlüklerini desteklemeyen yiyecekler sunmaya çalışan (benim tanık olduğum) bir özel okuldaki aile birliğinin kantinin ve yemek şirketinin menüsünü ‘vesayet altına alma’ girişiminde, çocuklar kendilerini haklı hissederek simit-peynir yerine her ısırışta transyağ damlayan poğaçalarını, ayran yerine meyvelerden elde edilmiş şeker takviyeli bir sıvıyı geri istediler. Uzun vadede kazanacakları yararları pek umursayacak yaşta olmayan çocuklar ve gençlerin ‘istediklerini’ yapmak ile ‘vesayetçi’ olmak arasında kalan okul aile birliğinin üçüncü yol arayışının hikâyesine yer kalmadı; ama hikâyenin sonunda, öğrenciler kötü beslenme (ama, canlarının istediğini yiyebilme ve obez olma) ‘haklı mücadelesinden zaferle çıktılar’.

Vesayet. Tırnak işaretlerini küçümsemek ya da dalga geçmek için koymadım. Çocuklar ve gençlerle ilişkilerde ‘vesayetçilik’in yerini tüm boyutlarıyla tartışabilecek birisi de değilim. Diğer yandan, obezite ya da kötü beslenme gibi siyasetle ilgisi pek gözükmeyen yerlerde bile ‘siyasi’ kavramların varlığı, bilimsel ölçütlerle hareket etmeye çalıştığınızda önünüze çıkabilecek dönemeçleri gösteriyor. “Çocukların obez olma hakkı var mıdır? Anne-baba ya da kamusal otorite buna ne ölçüde müdahele edebilir?” gibi sorular ortaya atarsam, “günde kaç saat televizyon seyredilmelidir? Bilgisayar oyunlarına karşı mısınız?” gibi sormaktan bıkılmayan soruların da içerdiği bilimsel mi, siyasi mi belirsiz zeminin kaypaklığını daha bir ortaya koymuş olur muyum? Aynı kaypaklık, bilimsel ortamda üretilen bilgilerden sadece kendi görüşünüzü destekleyenleri, o bağlamda işinize gelenleri aradan seçip kullanmanızı da doğuracaktır. Belki de hayat böyle...

Gelecek yazılar. Doktorların daha çok çalışıp, daha az uyumasının sonuçlarını tartıştığım bir önceki yazıya gelen mesajlara teşekkürler. Önümüzdeki haftalarda, doktorların düşünce şekli üzerinde daha fazla durabilmek istiyorum. Aynı biçimde, geçen aylarda çıkan, tatil yerlerinde çocuk gürültüsünden şikâyet eden yazılar ve karşı görüşleri değerlendirebilmek için ‘işinize gelmek’, ‘canımızın istediği’ gibi cümlelerin daha derinine inmem de iyi olur. Tabii, kendi bilgilerimin elverdiği kadar...